anamursedir-anamur dergi
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

Sponsor Alanı

Anamur SEDİR

Anamur SEDİR 1993-1994

   -Aralık   1993  1. Sayı
   -Ocak    1994  2. Sayı
   -Şubat   1994  3. Sayı
   -Mart     1994  4. Sayı
   -Mayıs   1994  5. Sayı

MAKİ DERGİSİ

MAKİ DERGİSİ-105

Saat

Ana Menü

Sponsor Alanı

 

Ziyaretçi Bilgileri

»Aktif 26  
»Bugün 816  
»Toplam 14034135  
Sayın Ziyaretçimiz
»IP'niz | 18.222.37.169
» Bu sitemizi ziyaretiniz

HAVA DURUMU

ANAMUR

Cişeinname-3

Hamdi MERSİN

30 Aral?k 2015, 23:12

Hamdi MERSİN

        Cişeinname-3

 

Bu Bap, Cişein'in Tahta Çıkışı Hazırlıkları Üzerinedir

     Bukalemun Yılı'nın ilk aylarıydı. Kanatlı büyük ejderin içinde bulunan çok sayıda yolcu, kendi geçim derdinin ve işinin hesabını yaparken, bir yolcu vardı ki, plânları hiç kimseninkine benzemiyordu. Onu, Ak Ülke üzerindeki hesapları bir türlü düzgün gitmeyen İnfralayb, sahnelediği oyunda, "Bir görev vereceğim." diyerek davet etmişti. Kimdi bu yolcu? Cişein. Ak Ülke'deki hauşların önderi Cişein... İblisin bile aklına gelmeyecek oyunları bilen, hinlikleri için bir araya gelmesi mümkün olmayan elvan türlü hauşu etrafında toplamayı beceren, cin gibi bir adam... Bu uğurda gözünü kırpmadan şeyhini harcayıveren, cihangirlik yolunda şehadeti(!) göze almış insanoğlu... Daveti alır almaz yanına beni de aldı, zemheri soğuklarına filan aldırmadık, seğirterek yola çıktık. Zaten hep bu günlerin ne zaman geleceğini bekler dururdu. Sezgilerine göre, içinde sakladığı hıncını, kinini açığa vurmanın vakti yaklaşıyordu. Bunun için, Ak Ülke'deki duruma bakılırsa, "armut piş, ağzıma düş" kadarcık bir çaba yetecekti. Meyve tam olgunlaşmıştı. Küçücük bir sallamayla düşmesi işten bile değildi.

     "Kanatlı büyük ejderde bir gören olursa ne cevap vereceğimizi bilemeyebiliriz, en iyisi kılık değiştirelim." dedi. Kendisi tam boy, açık kahverengi bir fistan giydi. Gerçi fistan bu... Alışık olmayınca -bizim memleketin iklimine uymadığından da olabilir- fazla havalandırdı. Bundan mütevellit üşümeye başladı; ancak "İdare edebilirim." dedi. Gözüne kara bir gözlük taktı. Başına geçirdiği fesi de eklersek tam bir temsil oyuncusu olup çıktı. Bana gelince, koyu renk takım elbise, kara bir gözlük ve Frenk şapkası yetti. İyi ki, "Bir fistan da sen giy." demedi.

      Cişein, yola çıkışımızın ilk dakikalarında, sol omzunda bir yaratığın peydahlandığını hissetti. Birden irkildi. Öyle bir irkilme ki yanında beni bile sarstı. Benzi sapsarı oldu. Sanki kanı çekilmişti. Boynunu çevirdi, bir şey göremedi; ancak ağırlığından belli, oradaydı. "Geri dönsek mi ki? "dedi zor zahmet. Cevap vermeme fırsat vermedi, omzundaki hemen müdahale etti. “Dönme! Dönmeyeceğini biliyorum.” dedi. Hem korkmuş, hem bir tuhaf olmuştu. Bütün vücudu tir tir titriyordu.

      “Sen nesin, bana ne yapmak istersin?” dedi cılız bir sesle ve çaresizce.

      Omzundaki cevap verdi:

      “Ben senin vicdanınım, unuttun mu? Her zaman geleceğim, bunu aklından çıkarma!” dedi. Bir hafiflik oldu, omzundaki şimdilik gitmişti herhalde.

      “Usum başımdan gitmeden şu toplantıya bir varabilseydim.” dedi.

      "Hayır mı, niye böyle söylendiniz?" dedim.

      "Sana başımdan geçen bir hatıramı anlatayım, o zaman neden söylendiğimi anlarsın." dedi. Yukarıdaki hadiseyi anlattı ve devamında ekledi:

      "Çocukluğumdan, gençliğime kadar geçen ömrümde, pek vicdansızlık yapmadım. Zor günler yaşadım. Darlığı da bolluğu da gördüm. Çok işle uğraştım. Ayağı takılıp düşen onca garibin elinden tuttum. Yirmi yıldır yanımdasın, birçok işime tanık oldun..." Biraz düşündü.

      "Ya!.." dedi.

      Ne söylemek istediğini henüz anlamış değildim.

      "Yoksa?" dedi. "Halim vaktim, bu vicdanı terk ettim de öyle mi iyileşti?"

      "Estağfurullah efendim. Yalnız ne demek istediğinizi hâlâ anlayabilmiş değilim." 

      Sanki konuşmamı duymamış gibi kendi kendine söylenmeye devam etti.

     "Öyle ya…" dedi. “Şu, orta çizginin altındakilerden hayli zamandır bihaber olan ben değil miyim? Aklımı başıma alayım, değilse omzuma bir daha çöker, bu kez altından kalkamam. O da neydi öyle?”

      "Aman efendim, kendinize yazık ediyorsunuz. Tanrı aşkına ne oldu size?" dedim.  "Anlatayım." dediği hatırasına başlayamadan Derya Ötesi Ülke'ye ulaştık. Kanatlı büyük ejder yere indi. Vicdan meselesini iyi kötü anlamıştım. Sanırım hayal görmüştü. Hatırasına gelince: Merakımdan çatlayacak gibiydim; ancak bir şey söylemeye cesaret edemedim. Ejderden inip, kara, az oturaklı binitin birine bindik, yola koyulduk. Aklım ondaydı.

      Aşağı yukarı yirmi yıldır beraber çalışıyoruz. Beraber çalışıyoruz desem de ben onun yanında çalışan bir elemanıyım. Bazen danışmanı, bazen sır arkadaşı, bazen bir dost her ne ise işte, birlikte çalışmamız bu şekilde. Birbirimizi gençlik yıllarımızdan tanırız. Söyledikleri gerçekten doğru. Eski payitahtı Büyük Aykırı Taife'den kurtardığında beni çok önemli bir mevkie getirmişti. O zamandan bilirim. Çok çok garibana ekmek verdi. Bu "Ak Ülke’nin kurtarılışı" meselesini kafasına koyduğunda da yine beni yanına aldı. Ben ona güvenirim, o da bana. Bugüne kadar aramızda herhangi bir sorun yaşamadık.

                                         ***

      Toplantı için kolcuların yoğun gözetimleri arasında Akbina’ya gelenler, üç ayrı kontrolden sonra salona girmeye başladılar. Çoğunun, benim gibi ilk kez geldiği şaşkın bakışlarından anlaşılabiliyordu.

      Kapkara bir canlı vardı en başköşede. İri kulakları, kısık gözleri, kalın mı kalın dudaklarıyla sıra dışı olduğu belliydi. Kafasını yana doğru yatırmış, yüksekten aşağıya doğru yargılayıcı bakışlarla etrafı süzen bir hâli vardı. İçeri her gireni başıyla hafifçe selâmlıyordu. O Küçük Şeci'ymiş. (Daha sonra sırası gelince Büyük Şeci oldu.) Onun yanında sırık gibi biri oturuyordu. Sakin bir hâli vardı. Lâkin içten pazarlıklı birine benziyordu. O Büyük Şeci'ymiş. Bir de sanki kendi halinde değil, kumandalı gibiydi. Onun yanında, kumandasının elinde olduğunu tahmin ettiğim, kırmızı benizli bir yaratık vardı. Kalın mı kalın kaşlı, tam tepesinde bir başlık olan bu yaratık, herhalde başköşeye geçen kapkara şeyden de yanındakinden de forsluydu. Ne bir işaret veriyordu, ne de duruşunda küçük bir değişiklik yapıyordu. Bu da Yaşe'ymiş.

      Derya Ötesi Ülke’de oturan, Cişein’le birlikte toplantıya gelen, bir kişi daha vardı. Benim de ismen tanıdığım meşhur hulemalardan Güfeci. Çok asık suratlı birisi olsa da biraz insan kılıklı gibiydi. Velâkin onun da bir hesabı olmasa herhalde burada olmazdı. Sonradan öğrendiğime göre, Cişein’in isteğiyle davet edilmişti. Onunla, çok öncelerden beri araları bozukmuş. Fena kavgalılarmış. Bir ara bana da anlatmıştı. Cişein, Güfeci'nin neden Derya Ötesi Ülke’de yaşadığını pek önemsemedi. İnfralayb’ın hesabı gibi, ak anaların Ak Ülke’siyle, onların da bir hesapları varmış. Onun için toplantıya, Ak Ülke’den -beni saymazsak- sadece ikisi katılıyordu.  Bunların dışında çok çeşitli yaratık, uzak diyarların önderleri, hatta biri Mars’tan öteki Merkür’den iki de gezegen dışı misafir gelmişti. Marslı, anlattığına göre Merkürlünün ısrarıyla gelmiş.

      Merkürlü, “Dünyalılardan öğreneceklerimiz var.” demiş; Marslıyı öyle kandırmış.

      Benim gibi ilk kez başka gezegenden birilerini görmüş olanlar, uzun kulaklı, saçsız kafalı, buruşuk derili garip yaratıklar olan Marslıyla Merkürlüye meraklı meraklı bakıp durdular.            

      Toplantıda, daha çok İnfralayb konuştu. O'nun nasıl bir yaratık olduğunun tarifi mümkün değil. Şimdiye kadar karşılaştığım her çeşit Frenk milletine çeken bir tipi var. Saçının rengine bakarsan dersin ki şimal milletlerden, yüzüne bakarsan garp memleketlerden, boyuna posuna kalınca cenup diyarlardan... Yüksek perdeden, öfkeli bir şekilde bağırarak dedi ki:

      “Orta Batı, Orta Öte, Aşağı Kuzey Dünya başta olmak üzere, gezegenimizdeki her meseleye el atacağız. Gerekirse sınırları yeniden çizeceğiz. Vakti de gelmedi değil. Bilhassa neft mevkilerini kendi halinde çar çakala bırakmayacağız. Sevkiyat hattında bulunan memleketlerin yöneticilerine önemli görevler vereceğiz. Gerekli plânlamaları yaptım. Yaşe ve Büyük Şeci işleyişten sorumludur. Onlar kendi eş başkanlarını belirleyecekler. Yol haritası birazdan hepinize dağıtılacak. Bunun üzerinde herhangi bir tartışma yapılmayacak. Biz gereği kadar düşündük. Fazla bir vakit de kalmadı. Havanda su dövecek değilim. Zaman icraat zamanıdır.”

      Büyük Şeci ile Yaşe de konuştuklarına bakılırsa çok iddialılardı. Küçük Şeci daha çok büyüklerin söylediklerini onayladı. Cişein ve yeni ortağımız ise boyunlarını sağa bükmüş, el olan uzuvlarını bağlamış, sadece ötekileri dinliyorlardı. Yaşe, oturduğu yerden:    

      “Bütün masrafları ben karşılayacağım. Bolca hauş satın alınsın. Koinlere iyi anlatılsın. Meselâ densin ki onlara: Şimdiye kadar hep kış yaşadınız, artık bahar gelecek. Bundan böyle konuşma sırası sizde, sonsuza dek sizin sözünüz geçerli olacak. Sizleri, krallarınızın zulmünden mutlaka kurtaracağız! Onlara bu az yağlı bir dilim ekmek yeter de artar. Fazla masrafa lüzum yok.” deyince katılımcılar, kendilerine bir iş düşmeyeceğini sandılar, yılışarak keyiflendiklerini belli ettiler.

      Toplantıda alınan önemli bir karar da; çizgiden çıkan hauşların hesapları incelenecek ve gerekirse diğer gezegenlere sürgün edileceklerdi. Marslı konuk, herhangi bir sürgünü istemediklerini söylese de onu Merkürlü durdurdu. Komşusunu, “Sen şimdilik biraz sessiz ol.” diyerek uyardı.

        O da, ‘bekleyelim görelim’ cinsinden bir yolu tercih etmiş olmalı; bir daha söze karışmadı.

        Büyük Şeci, katılımcıların tüm masraflarını karşılayan Yaşe’ye:

      “Yüce Yaşe, sayenizde gönencimiz boldur. Bundan dolayı size ve Sermülk Tapını'na minnettarız. Bu konferans, bir yandan da size olan borcumuzu ödememize vesile olacaktır. Buyurunuz efendim.” diyerek tekrar söz verdi.

      Kalın mı kalın kaşlı, kıpkızıl benizli Yaşe, bu kez ayağa kalktı. Bütün katılımcıları çalımlı çalımlı, tepeden tepeden şöyle bir süzdü. Onun bakışlarıyla gezegenli konuklar dışında herkes, sanki ezim ezim ezildi. Güfeci, boynunu bükmüş, dalgın dalgın, elleri önden bağlı, dinliyor gibi duruyordu.

      Cişein içimizde en rahat olanıydı. Herhalde vardı bir bildiği. Belki benim de bilmediğim gizli bir ortaklıkları vardı. Ne olup bittiğini ötekilerden de pek anlayan olmadı.

Toplantı boyunca, Cişein'in bükük duran boynu, Yaşe’ye söz verilince birden dosdoğru doğruldu. İşte tam da bu sırada herhalde sol omzuna yeni bir ağırlık bindi. Biraz aşağıya doğru çöktü. Vicdanı, Yaşe’den hoşlanmamıştı anlaşılan. Cişein, bu kez dik durmaya kararlı gibiydi. Önceki titremesi de pek yoktu. “Vicdan mısın nesin, bırak yakamı, şurada iş konuşuyoruz.” diye söylendi. İlginç bir şey oldu. Böyle söylenince sol omzu birden hafifleyiverdi, diğerinin hizasına geldi. Öteki, Güfeci, yine olup bitene boynu bükük el pençe bakıyordu. Yaşe:

      “Orta Öte Batı’da bizim hemcinslerimize ufak tefek de olsa sataşmalar olmuş. Hepinize şunu bir kez daha hatırlatayım. O topraklar kadim zamanlardan beridir bizim atalarımızındı. Üstelik bir de kasalar dolusu akçe vererek geriye aldık. Şimdi birkaç anarşistten korkup da topraklarımızı terk edeceğimizi sanan varsa aklını başına alsın. Arka çıkanları biliyorum. Hepsinin esamisini keseceğimi pek yakında göreceksiniz. Uzatmayacağım, böyle bir durum bir daha olmayacak. Faturayı hepinize keserim!” dedi.

      Merkürlü kendinden emin bir şekilde söze karıştı:     

      “Efendim özür dileyerek sözünüzü kesmek zorunda kalıyorum. Bize de mi?” deyince,

      “Tabi ki!” dedi Yaşe. 

      Merkürlünün “Haksızlık bu!” nidasını duymazdan gelerek, davetlilerden izin isteme nezaketinde bile bulunmadan çıktı gitti.

       Herkes sus pus oldu. Uzun bir sessizlikten sonra, tam dağılacaklardı ki, salona Yaşe’nin çıktığı kapıdan tanıyıp bilmediğim bir yaratık girdi. Kızıl gözleri bir yana, burnundan fışkıran ateş yüreklerimize korku saldı. İçerinin harareti anında birkaç derece yükseldi. Diğerlerini bilmem ama beni ter bastı. İnfralayb ve Büyük Şeci’deyse ötekileri saran korkudan eser yoktu. Yaratık, bereket fazla ilerlemeden sekiz on adım ötede, karşımızda durdu. Neresinden çıktığı anlaşılamayan bir ses duyduk. Dedi ki:

      “Bu saatten sonra gezegende insanoğluna acıların en büyükleri yaşatılacak. Kim ki vicdanına yenik düşer de iyilik yoluna girerse pişman edilecektir. Yüreği yetmeyenler bu savaştan çekilsin; ancak şunu da unutmasın, ateşimiz tüm gezegeni sardığı gibi komşu gezegenlere bile atlayacak!” diyerek gürledi ve birden kayboldu. Toplantıya katılanların çoğu,  gördüklerinin hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadı. O, kaybolur olmaz Büyük Şeci hemen söz aldı:

      “Bu gördükleriniz bir nevi gerçekti. İblis, son noktayı koydu. Sözlerini, umarım ciddiyetle dikkate alırsınız. Benden hatırlatması... Toplantının bu bölümü bitti. Bundan sonra ikili, üçlü görüşmeler yapılacak.” dedi. Değişik odalara dağıldılar. Bizimkiler Büyük Şeci'den müsaade aldı; binadan çıktık.

      Cişein, Güfeci'nin koluna girdi. Toplantıda olanlardan etkilendilerse bile, Büyük Şeci ve İnfralayb’a özendiler, sanki hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Cişein, Güfeci' ye:

      “Beklediğimiz gün” dedi, “geliyor. Yaşe ile daha önce görüştüm. Bana çok güveniyor. Hemcinsleri adına beni kutsadı. Gerçi onun kutsamasından filan pek anlamam da, ben işime geldiği gibi takılırım. Ne demiştik? Beklediğimiz gün geliyor. Üç Başlı Ucube ölmek üzere. Ölmezse bile merak etme, öldürecekler. Bu senin de işine gelir. Aramızdaki husumeti şöyle bir kenara koyalım. Bunlara kulak verelim. He! Ne dersin?”

      Ötekinin heyecanlı olduğu her halinden belli oluyordu. Mutlaka çok sözü vardı. Yine de uzatmadı, “Nasip…” dedi kısaca. Hesabını, belli ki içinden yapıyordu.

      Biraz yürüdükten sonra bir ormana geldik. Cişein:

      “Şehrin ortasındaki güzelim arsaya kondurulan bu orman da nedir?” dedi.

      “Bunların olmadık yerleri orman yapmak âdetidir.  Zalimliklerini örttüklerini sanırlar. Buradaki bir başka adet de, her zalimliği örtecek bir çulları hep vardır; örtüverirler. Bunları sakın unutma. Zamanı gelir bu yöntem sana da lâzım olur.” dedi öteki.

      Cişein, sol omzuna çöküp duran şeyi,  Güfeci'ye de anlatmak istedi.

      “Hemşerim, şurada az bir dinlensek nasıl olur? Hem be-nim sana danışacağım bir husus var. Baş başa onu da konuşuruz.”

      “Olur, olur.” dedi Güfeci. Ormanın kıyısında bir çayıra oturduk. Cişein, başından geçenleri anlattı. Güfeci, şöyle bıyık altı bir güldü. Kafasını yana eğerek Cişein’in yüzüne baktı. Bir gözünü hafifçe kısarak onu epey bir süzdü. Sonra, çokbilmiş bir edayla:

      “Takma kafana.” dedi.

      “Yani, takmamaya çalışıyorum da bazen bunaltıyor.”

      “Biraz gönlünü hoş edeyim.” dedi ve devam etti:

      “Bu vicdan mevzuu şöyle: İnsan soyluların inandığı çok sayıda peygamber vardır. Bunlardan hangisi olursa olsun, fark etmez, her biri cemaatine iyiliği emretmiştir. Güzel de; bu iyilik denen şey nasıl vukuu bulacak. Bu hususta pek açık bir mütalâa yoktur. Bana göre, bunun için gayret lüzum eder. Peki, bu gayret için çabalarken kendisini hangi alanlara sevkulceyş eyleyecek ki birine faidesi dokunsun. İşte bu noktada karşımıza garip bir muhasebe mevzuu hâsıl olur. İnsanoğlu der ki: Ben hangi minvalde hareket edeyim de öteki insanlara bir faidem olsun? Bu sual, cevabını nerde bulur?” dedi ve Cişein’in gözlerine baktı. Cişein:

      “Nerde bulur? Bilemedim.” dedi meraklı bakışlarla. Öteki devam etti:

      “Siyasette, siyasette. Ha... Bu siyaset mevzuu ise kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Öteki beşeri mahlûkata faiden olacaksa, tüm beşeriyetin idaresini ele alman icap eder. Baktın bu tüm beşeriyetin idaresi işi namüsait; yönelirsin küllüğüne, kendi milletini ihya edersin. Peki, bu nasıl olacak? Elbette gönül ile. Burada bir ikilem çıkar karşına. Şöyle: İnsanoğluna yardım edebilmen için beşeriyetin dizginlerini ele alman gerekiyordu ya! Bu, gönülle olmazsa, ya beşeriyete yardım etme mevzuundan kıyamete kadar vazgeçeceksin ya da işi gönül dışı usullerle tamam eyleyeceksin. Bu gönül dışı nasıl olur? Orası sana kalmış.”

      “Nasıl bana kalmış?”

      “İşte tam o vakit, omzundakini def edeceksin. O olursa muvaffak olamazsın. Bu noktadan sonra mesuliyet hâsıl olmaz. Olursa da arada bir af dilersin, geçer gider. Ecdadımızı bir düşün. O evliya mertebesindeki zat-ı şahaneler, devlet-î ebet müddet için neler yaptılar? Evladına kıyanı da var, öz kardeşine kıyanı da. Beşerin içinde ufak tefek heba olanlar olsa da geriye kalan büyük kitleleri ihya ederek bunu bir minvalde telafi etmiş olacaksın.” dedi ve bir şey söylemesini bekler gibi Cişein’e baktı. O da epey ona baktı. Sonra:

      “Lafı çok uzun ettin; lâkin güzel ettin. Alacağımı aldım. Yolun yolumdur. Artık benim pirim sensin.”

      Aklım başımdan gitti. Güya, Ak Ülke'yi kurtarmak için yollara düşmüştük. Zaten bu Derya Ötesi Ülke'ye gelme fikri kafamı karıştırıyordu. Üstüne bir de toplantıdaki konuşmalar ve de üstüne Güfeci’nin söyledikleri… Cişein’ deki bu değişikliğeyse hiç mi hiç akıl erdiremiyordum. O kadar senedir yol arkadaşlığımız vardı. Bu Derya Ötesi Ülke'ye gelme işi ortaya çıktığından beri anlaşılmaz oluyordu.

      Cişein’in taltifinden öteki çok memnun oldu. Bir mürit daha kazanmıştı. Birbirlerinin elinden tutarak, desteklenip ayağa kalktılar.

      Biraz yürüdük, geniş bir düzlüğe vardık. Güfeci:

      “Bizim fakirhaneye geldik.” dedi.

      Hayretler içinde kaldık. Cişein:

      “Ne fakirhanesi, saray bu be…  Pek de güzelmiş hemşerim. Gurbet elde nasıl başardın bunu?” dedi. Öteki:

      “Üzümünü ye, sorma bağını.” dedi, üzerinde durdurmadı.

      Konağa yeni gelenleri, dört beş mürit karşıladı. İçeride de çok sayıda dolaşan vardı. Etraftakilerin hepsi birbirinin aynıydı. Günyüzü görmemiş gibi, ak benizli ak benizlilerdi. İçlerinde semiz olmayanı yoktu. Tıraşlı, parlak yüzlü, çoğunun badem gibi badem gibi bıyıkları vardı. Herhangi bir işle meşgul olmayanların tamamı ak ellerini pençe vaziyette bağlamışlar, boyunlarını bir yana bükmüşlerdi. Cişein, bana döndü: “Ne güzel olmuş; hepsi tek düze. Ben de memlekette böyle bir düzen kuracağım, hele suyun gözünü bir tutayım.” dedi ve ekledi: “Su demişken; dereyi geçene kadar şu ayıya dayı desem pek fena olmayacak gibi. Hem bunların kolu epey uzundur..."

      İçeri girerken pabuçları çıkarıp kapaklı dolaplara koyduk, birer terlik verdiler, onları giydik. Her taraf bizimkilerin usulü, halılarla kaplanmıştı. Duvarların boyası, alçı süslemeler, kapılar, avizeler... Nere baksan kalite, "Ben buradayım." diyordu.

      Akşam yemeğinden sonra geniş bir salonda toplanıldı. Kürsü gibi bir yere oturan Güfeci, uzun uzun değişik mevzular anlattı. Cişein’e baktım, daralır gibi oldu. Sonra daldı gitti. O, hayal kuruyordu artık. Bir an önce memleketine gitmek; suyun gözünü tutup, payitahttaki tahta yerleşmeyi arzuluyordu. Güfeci hâlâ konuşuyordu. Konuşurken birden ağlamaya başladı. Ondan sonra ötekiler de pirlerini taklit ettiler. Hepsi tıpatıp aynı şekilde ağlıyordu. Biraz gurbetlik, biraz rol icabı, Cişein ile ben de ortama uyduk. Ağlarken dikkatini çekmiş; kulağıma eğilerek: “Aklımızın bir kenarında bulunsun, bu ağlama işi, pek fena bir şeye benzemiyor, mutlaka bu konuda bir vezirimiz olmalı.” dedi. Bir süre sonra hepsi birden sakinleşiverdi. Herhalde kriz geçmişti. Güfeci biraz daha anlattı. Sohbeti bitirdi. Çoğu kendi hanesine dağıldı. Bizimle, Güfeci ve diğer iki mürit kaldılar. Başka bir odaya geçtik. Yeni kurulacak ortaklıkla ilgili sıkı bir pazarlık başladı. İki taraf da Eski düşmanlık mevzularından kapak kaldırmadılar. İşlerini epey kolaylamışlardı.

Sabah oldu. “Az, biraz uyuyalım.” dediler. Dağıldık.

     Cişein keyifliydi. Uyku tutmadı. Kafasından öteki, küçük hauşların iş bölümünü yapmaya başladı. Sanki acelesi vardı.

     Öğleyi geçince yeniden toplanıldı. Paylaşmayı da anlaşmayı da bitirdiler. Sıra, koinlerin nasıl yola getirileceğine geldi. En zoru, koinlerle bunların inandığı şeyler farklıydı. Biz, birkaç kişi hangi dine kayacağımıza tam karar verebilmiş değildik. Bunlar, Sermülk Tapını'na, koinler ise başka bir tanrıya inanıyordu; ancak bu durumun işlerimizi oldukça kolaylaştıracak bir yönü vardı: Sermülk Tapını'nın gezegendeki başrahibi:

      “Öteki dünya diye bir şey yok. Bu yüzden ne bulursanız yığın, yaşayın, keyfi âleminizi aksatmayın!” diyor,  Koinlerin Tanrısı ise:

    “Bu dünyanın önemi yok. Esas hayat öteki âlemde.” diyordu. Bizim kafamız da işte tam bu noktada karışıyordu. Ne yardan geçebiliyorduk, ne anadan gibi bir şey. Dünya tatlıydı. "Öbür taraf varsa halimiz nice olur?" diyerek neye inanacağımıza bir türlü karar veremiyorduk.

      Cişein:

      “Bundan şöyle yararlanacağız:” dedi ve devam etti.

      “Koinleri, çok fazla mala mülke yöneltmeden, karınlarını azıcık azıcık doyursak yeter. Sık sık mükâfatın büyüğünün öbür âlemde olduğunu hatırlatırız. Büyükleri, onlara her daim az yemelerini öğütler. Bir de, arada bir inandıkları gibi atıp tuttuk mu işlem tamamdır. Sözlerimizde ufak tefek yalanlar olsa da zaten üç dört günde ne dediğimizi unuturlar.”

      Bu sözler hepsinin gönlünü hoş etti. Güfeci de içinden, “Ortağın hasını bulduk, nasip ayağımıza geldi.” dedi. Ya da bana öyle geldi.

      “Artık etkili söylemleri belirleyelim.” dediler, tartışmaya başladık.

      Konu bayağı tartışıldı. Sonunda karara varıldı. Seçtiklerimizi bir parşömene yazdık, birer suretini heybelerimize koyduk.

      “Emeksiz yemek bizde,”

      “Herkesi beleş doyuracağız,”

      “Öbür âlemin yolunu biz biliriz,”

      “Koinlerin egemenliğini hâkim kılacağız,”

      “Altından saraylar yapacağız,”

      “Boyundurukları, dizginleri kıracağız.”

       Bu arada kendi hayallerine dalmış olan Güfeci,

      “Onu; 'altından saraylar yapacağız' ı çıkarın. Böyle salakça bir söz başımızı ağrıtır. Yapacaksak yaparız, işi karıştırmayın.” dedi.

      Hak verdik, bu söylemi listeden çıkardık. Cişein: "Şunu da yazalım." dedi.

      “Biz en evvelki ecdadımızın yolundan gideceğiz!”

      Biraz şaşırdık. Güfeci: “Irkçılık olmaz mı?” dedi. Cişein:

      “Ben gençliğimde şu kımızcı cengâver takımı var ya; onlara bir laf söylediydim. Gün gibi aklımda. Aynı senin dediğine benzer bir laftı. Herhalde şöyleydi: "Ben ırkçılığın her çeşidini ayaklarımın altına aldım." 'Vay sen misin bunu söyleyen' diyerek beni fena hırpaladılar. Gerçi yalnızlığımdan oldu. Değilse o itlere pabuç bırakmazdım. O zamandan beridir kinim hiç geçmedi. Neyse, bunların desteğini almak için nabızlarına göre şerbet verdin mi ötesi kolay. Kuş beyinli olduklarından çabuk unuturlar. Eski payitahtta kazandığım güreşten bilirim. O zaman hazzettikleri bir iki nutuk atmıştım, geçmişi unutuverip umulmadık şekilde peşime takılmışlardı.”

      “O, o zamandı. Şimdi bunlardan bir şey doğmaz herhalde.” dedi. Cişein ısrar etti; o sözü de listeye aldık.

      Toplantıdan sonra bize ayrılan küçük malikâneye çekildik. Ağaçların arasındaki bu güzelim sarayda dinlenip keyfimize bakarız diye düşünüyordum. Gel gör ki ne mümkün? Güfeci’nin söyledikleri aklına yatsa da Cişein rahat değildi.

      “Tahta çıkmak güzel şey; ancak bu kadar eğilip bükülmeye değer miydi?” diye düşündü.

      Bu sorunun kafasından geçtiğinden nasıl haberdar olduysa; bu kez omzunda değil, karşısında dikeliyordu. Cişein, şeklini şemailini çıkartamıyordu; ama karşısında olduğunu hayal meyal görebiliyordu. “Ben senin vicdanınım!” diyen oradaydı. Derinden derinden söylendi:

      “Neredeyse yarım asır oldu. Çoğu kez, sen demedin mi 'Güneşi bir elime, ayı öbür elime verseler gene de davamdan vazgeçmem.' diyenin neslindeniz diye?”

      “Efendim, değişen bir şey mi var ki?" dedim.

      “Değişen bir şey var elbette. Küçükken okuduğumuz öykülerde bile hep zalim krallara, devlere, kırk haramiye karşı savaşan mücahitleri hayal ederdik. Şimdi şu düştüğümüz hallere bak.”

      “O kadar da karamsar olmayınız.” dedim. Desem de, ben de farklı bir şey düşünmüyordum. Sadece ona moral olsun diye öyle söyledim artık. Cişein devam etti.

      “Hele hiç unutmam. Öykünün biri şöyleydi: Çok çok eskilerde her bakımdan zengin bir ülke varmış. Sana nasıl anlatsam bilemiyorum. Dağları, ovaları, bağları, bahçeleri imrenilecek kadar güzelmiş. Uzatmayalım; işin özeti bu ülkede aç, açık yokmuş. Ülkenin kötü, haset bir komşusu varmış. Bunlar ne yaptılarsa o güzel ülkeyi ne geçebilmişler, ne sırtını yere getirebilmişler. Sonunda bir büyücüye başvurmuşlar. O büyücü bunlara büyülü bir hançer hazırlamış. Bunu ne yapıp edin güzel ülke kralının oğluna ulaştırın, gerisine karışmayın demiş. Bir çerçici kervanı hazırlayıp, güzel ülkeye göndermişler. Çerçiciler doğru saraya gitmişler. İzin verdikleri bir duvar dibine öteberilerini sermişler. Şehzade sergiyi görmek istemiş. Buyur etmişler. Sergideki hançeri görünce aklı gitmiş. Ömründe böyle güzel bir hançer görmemiş. Hemen satın almış. İşte ne olduysa o günden sonra olmuş. Şehzade hayal kurmaya başlamış. Böyle güzel bir hançer ancak krallara yakışır demiş. Babasına da vermek istememiş. İçine hainlik kurdu düşmüş. Babasının vezirlerinden biri varmış. Şehzadenin lalası. Birkaç kez bu vezirin sızlanmasına şahit olmuşmuş. O şöyle dermiş: "Benim neden derya kıyısında bir köşküm yok? Ben niye zengin değilim?” filan. Şehzade bu vezire derdini açmış. Demiş ki:

      "Lalam, bu hançer güzel midir?"

       Vezir lafın nereye varacağını pek kestiremese de şehzadeyi taltif etmiş:

      “Çok güzel, gerçekten çok güzel!”

      Şehzade evirmiş, çevirmiş esas soruyu sormuş:

      "Bu hançer krallara layıktır, değil mi lalam?”

      Vezir de, “Elbette şehzadem.” demiş.

      “Ama ben bunu kimseye veremem ki?” 

      Vezir bir şeyler sezmeye başlamış. Emin olmak için,

      “Peki, zaten senin değil mi?”

      “Benim de… Aslında ben kral olsam olmaz mı?”

      Vezir şöyle bir titremiş. Aklı iyice karışmış.

      “Sen kral olursan artık kendine bir vezir bulursun.” diyerek ağzını aramış.

      “Olur mu? Sen benim lalamsın. Ben kral olursam seni vezir yaparım. Derya kıyısında da bir köşk veririm.” demiş.

      İşte ne olduysa ondan sonra tam olmuş. Şehzade, gece uyurken büyülü hançerle babasını öldürmüş, kendisi kral olmuş. Lalasını hem baş vezir yapmış, hem de derya kıyısından bir köşk vermiş. Lâkin ondan sonra ortalık karışmış. Komşuları olan ülke kralı, bu olanlara çok sevinmiş. Bir elçi göndererek şehzadeye, kendi kızlarından biriyle evlenmesi ve düşmanlığın bitmesi teklifini iletmiş. Yeni kral, komşu prensesle evlenmiş. Kız, akrabalarını saraya doldurmuş. Sonunda güzel ülke içten yıkılmış, komşu ülke tarafından istila edilmiş.”

      “Acı.” dedim. O da “Evet çok acı. Tanrı sonumuzu hayreylesin.” dedi. Dese de içi rahat değildi. Yaptığımız işbirliğini vicdanına kabul ettirmekte zorlanıyordu. Bu, Derya Ötesi Ülke meselesi kafasını bulandırıp duracak gibiydi.

      İmdadına Sermülk Tapını'nın rahibinin hayali yetişti.

      “Pirinin söylediklerini ne çabuk unutuyorsun. Yüz binlerce koin, kurtarıcı olarak seni bekliyor. Onlara faiden olması için vicdandan kurtulman gerek. At onu bir kenara!”

      “Öyle ya…” dedi kendi kendine ve son diyene uydu.                   

                                         ***

      İki gün daha kaldıktan sonra veda günü geldiğinde Cişein heyecanlıydı. Bir an önce Güfeci’nin sarayından çıkıp, ülkesine varmak, işinin başında olmak istiyordu. Ben, belki ondan daha fazla sıkılmıştım. Tam ayrılacağımız sırada günün hatırası olsun diye mi yoksa diğer hesap kitap için mi tam anlayamadım; muhabirlere, neredeyse yanak yanağa pozlar verildi. Bana dönerek hafifçe:

      “İçimden bir ses, ilerde başına iş açarsın, birlikte fotoğraf çektirme diyor.”

      “Siz bilirsiniz.” dedim; ancak ne düşündüyse aldırmadı, döne döne poza durdular.

      Fotoğraf çektirme işi bitince Cişein, az oturaklı acayip binitine acele bindi ve yola çıktık. Kenti, epey bir dolaştıktan sonra Akbina’ya vardık. Orada, İnfralayb’ın tavsiyesi üzerine, gitmeden önce bir kez daha Yaşe ve Büyük Şeci ile buluşacaklardı. Şeci:

     "Cişein, bu saat itibariyle benim has başkan yardımcımsın. O havalideki işlerimden sen sorumlu olacaksın. İrtibatı koparmayalım."

     Cişein'in keyfinden ağzı kulaklarına vardı. Biraz kıskanmadım değil; ancak bana da bir işler düşebileceğini düşününce memnun oldum.

      Cişein’e tekrar tekrar,

      “Arkandayız.” dediler.

      “Yalnız unutma, aynı zamanda gölgendeyiz!” demeyi de ihmal etmediler.

      Yanımızda götürdüğümüz torbalara bolca azık ve “Yolda sokakta lâzım olur.” diyerek, dudak uçuklatacak kadar harçlık doldurdular. Bu biraz kafamı karıştırmadı değil. Kendi kendime, "Elin gâvuru bu kadar akçeyi niye versin ki?" dedim. Cişein’e sormaya cesaret edemedim. "Benim vicdanımda da mı kararma var acaba?" diye düşündüm. Herhalde işime gelmedi, ötesine pek kafa yormadım. Büyük kanatlı ejdere bindik, memleketin yolunu tuttuk.

      Cişein keyfinden yerinde duramıyordu. Büyük bir iş becermiş de onun yorgunluğunu atar gibi gerindi, kasıldı, ayağa kalktı, oturdu, derken bir iki acaip acaip sıçradı. Neredeyse ejderden düşecekti. Bereket versin sürücüsü eğitimliydi. Birkaç soluk alımı zamanda sağ salim memlekete ulaştık.

      Büyük kanatlı ejder henüz yere inmemişti. Ak Ülke’ye tepeden tepeden şöyle bir baktı. Bir kez daha hayran oldu. Öte tarafları görünmez derya kıyıları, geniş ormanlar, uçsuz bucaksız arsalar… Parsel, parsel arsalar... Sürücüye emretti. Havada bir tur daha dolandık. İştahını kabartmış olmalı; “Geç bile kaldım.” diye söylendi. Bu arada ejder yere indi.

      Büyük bir meydanda, belki on yüz bin kadar hauş ve koin, yeni kral adaylarını beklemekteydiler. Haber uçurmuş, hazır olmalarını sağlamıştım. Bu işteki ilk önemli katkım dolayısıyla kendimle de onlarla da gurur duydum. Kanatlı ejderin yere inmesiyle birlikte ortalık tezahürattan yıkıldı. Korku bilmeyen ejder bile gürültüden panikledi, kuyruğunu kıstırdığı gibi yakınlardaki inine girdi. Bizi karşılayanların en önünde Arbüş vardı. Ağlıyordu. Onunla birlikte başka bir sürü ağlaşan vardı. Ben bu kez ağlayamadım. Gerçekten tebaamız, koin dendiği kadar vardı. Ak Ülke'yi kurtarmak için ezeli düşman İnfralayb’dan medet uman bizlerin hâli, doğrusu ağlanacak bir durumdu. Onlar ise bundan değil de sevinçten ağlıyordu. Arbüş neden ağlıyordu bilmiyorum; ancak ona sarılırken kulağına şöyle söyledim: "Bu iş nereye varır bilmem? Tanrı sonumuzu hayreylesin!” O, “Âmin.” dedi, başka bir şey söyleyemedi, ağlamaya devam etti. İyice fark ettim. Aynı Güfeci gibi ağlıyordu.

                                      ***

      Memlekete geldiğim günden beri kadim dostum Ak Sakal'ı ziyarete gitme fırsatı kolluyordum. Ertesi günün akşamına doğru Cişein, "Haydi sen de git bir iki gün çoluk çocuğunla hasbıhal eyle!" der demez aklıma geleni icraya koymaya karar verdim. Payitahtın biraz dışındaki bir semtte oturuyordu. Ak Sakal'ın, üç evlek kadar genişlikteki bir bahçenin içinde, mütevazı bir evde kendi halinde bir yaşantısı vardı. Çok işler yapmış, sonunda bir devlet işinden emekli olmuş, görmüş geçirmiş bilge bir adamdı. Onunla sohbet etmek, sohbetten de çok hatıralarını ve tavsiyelerini dinlemek bana ayrı bir haz verirdi. Adeta dinlenirdim. Benim dışımda da çok dostu vardı. Çoğunu pek tanımam. Ak Sakal'ın yanına gitmek için randevu almak gerekmezdi. Akşamları hep evinde olurdu. Derya Ötesi Ülke'den aldığım ora yerlilerine has bir hediyeyi yanıma aldım. Yola çıktım. Aşağı yukarı yarım saat sonra sokağındaydım. Tahmin ettiğim gibi evdeydi. Unutuyordum söylemeyi. Ak Sakal'ın eşi birkaç yıl önce, çaresiz bir illete yakalanmış ve vefat etmişti. O dönemleri çok zor geçirdiler. Ak Sakal, öfkesinden ve çaresizliğinden, hiç duymadığımız isyan sözcüklerini telaffuz eder olmuştu. "Ne diye bütün bu illet hastalıkların çaresini bulmazlar? Niye her derdin devasını Frenkler arar?" vs. Payitahtın başka bir semtinde oturan büyük oğlu ne kadar ısrar ettiyse yanına alamadığı gibi yakınında bir eve de taşınmaya razı edememişti. "Ben burada, hatıralarımla iyiyim." deyip durmuştu. Küçük oğluysa bir şark vilayetinde kolcuydu. Onun başına kötü bir şey gelmesinden tedirgindi hep. Tek kızlarıysa Frenk memleketlerinde çalışan bir akrabalarına gelin gitmiş, seneden seneye belki bir iki gün uğrardı, o kadar.

      Ak Sakal'la tanışmam iyi bir tesadüfe dayanır. Yetiştirme yurdundan sonra medreseye gittiğim ilk yılda bir arkadaş grubuyla hafta sonları mahalle mahalle gezer, bir imaret adına bağış toplardık. İşte bu gezilerden birinde Ak Sakal'ın mahallesindeydik. Bizi evine davet etti. O zaman küçük oğlu ve kızı da henüz evdeydiler. Muhterem eşi bize güzel bir sofra hazırlayarak, talebe gözüyle olağanüstü bir ziyafet çekmişti. O günden sonra Ak Sakal ile irtibatı koparmadım. Bir ara çalıştığı yere de gittim. Orada da çok sevilip sayılıyordu.

      Kapıyı çaldım, epey bir bekledim. İçeriden ışık geliyordu. İbadet ediyor olabileceğini düşündüm. Birkaç dakika sonra tekrar zile bastığımda kapı açıldı. Her zamanki gibi beni kucakladı ve içeri buyur etti. Onun her kucaklamasında ayrı bir şefkat hissederim. Baba kucağının ne olduğunu bilmediğimden belki de bana o duyguyu tattırıyormuş gibi gelirdi. Tahminimde yanılmamışım. Gecikmesinin nedeni, akşam ibadetini yapıyormuş.

      Kısa bir ön sohbetten sonra hemen konuya girip, erken vakitte eve dönmek istiyordum. Henüz kendi ailemle görüşmemiştim.

      "Derya Ötesi Ülke gezisinden pek hoşlanmadım." dedim ve tepkisini ölçer gibi sustum. Uzunca bir süre beni süzdü. "Birer ıhlamur içelim mi?" dedi. Sanki hiç merak etmemiş gibiydi. "Olabilir." dedim. Kış aylarında, sürekli yanan sobanın üzerinde, her zaman içecek sıcak bir şeyler olurdu zaten. İkimize de birer fincan ıhlamur koydu. Benim oturduğum kanepenin karşısında bir sandalyeye ilişti. Tekrar bir süre beni süzdü. Fincandan bir yudum aldı. Nasıl bir değerlendirme yapacağını beklerken, "Ne bekliyordun ki?" dedi.

      "Yani... Bilmem ki?" dedim. Neler olduğunu fazla uzatmadan özetledim.

      "Sizden önce gidenler ne buldular? Ya da şöyle söyleyelim: Sizden önce gidenlerin kaç tanesi hoşlanarak döndüler? Hoşlanarak döndüler diyelim. Hangisi hoşlandığına pişman olmadı?"

      Söyleyecek bir şey bulamadım. O devam etti:

      "Ak Ülke'nin ak insanları, bütün bu olanları hak etmiyor. Bunu demeye vicdanım elvermiyor; ancak belki de müstahaklar."

      "Bilemiyorum. Belki de başka çare yok..."

      "Çare her zaman vardır. Bin yıldır her şey düzgün mü gitmiştir? Ak soylu insanoğlu, bu günlere hep gülerek mi geldi sanırsın. Acı bu toprakların ruhuna işlemiştir. İşlemiştir de, toprakta biten her nimet, kursaklardan acıyla yoğrulduktan sonra inmiştir. Neticesinde, acı, insan soylunun kanına da ruhuna da sirayet etmiştir. Lâkin çare yine içinden çıkmıştır. Her seferinde içinden çıkmıştır. Ne zamandır ki çare yabanda aranır olmuş; acılar katlanmaktan öte geçmemiştir. Sonumuz hayrolur inşallah."

                                          ***

      Öte tarafta, ülkenin başına musallat olan Üç Başlı Ucube çok zor durumdaydı. İnfralayb, iaşelerini kesmiş, kârhanelerdeki akçelerini geri çekmiş, “Bundan sonra size ekmek haram!” demişti. “Bu durumdan nasıl çıkarız?” diye düşünürlerken güya imdadına yetişmiş gibicesine, Yaşe’nin muhasebecilerinden Ermiş lakaplı birini Ak Ülke'ye gönderdiler. O muhasebeci:

      "İşler ancak şu bir düzine kadar yasa çıkarsa düzelir.” dedi.

      Ötekiler biraz ayak sürümek istediler. Muhasebeci bu sefer:

      “İki hafta mühletiniz var. Değilse defolur giderim!” diyerek rest çekti.

      Muhasebecinin dediklerini yaptılar. Yapsalar da İnfralayb güvenemedi, Üç Başlıyı gözden çıkardı.

      Birkaç gün geçmedi, Üç Başlı aniden hastalandı. Meğer hauşlardan biri, gizlice yemeklerine ağı dökmüş. O kadar ileri yaşına rağmen maşallah ölmedi; ama hastalıklı gibi bir hali vardı. Kafası pek yerinde değildi. Ak anaların Ak Ülke'sinin zavallı insan soylu sakinleri, çaresizce bakınıp duruyorlardı. Üç Başlı yaratığın yaşaması bir dert, ölmesi ayrı bir dert haline gelmiş, her hâli sakinlerin huzurunu bozmuştu. Bizden yandaki hauşlar ve koinlerse, insan soylularla alay etmeye başlamışlardı. Hele hele bizimkiler, bazen öyle görülmedik ikramlarda bulunuyorlardı ki; karnı aç zavallı insan soylular, neredeyse koinlere katılmak üzereydiler.  Koinlerin ve hauşların keyfine diyecek yoktu. Torbalarda getirdiklerimizi dağıtmakla tüketemedik. Onlar, bolluğa bir kez daha doymuşlardı. Yediler de yediler... Pek tabii bu durum, aç insan soylular için dayanılmaz bir şeydi.

      Üç Başlının ortağı Küçük Aykırı Taife'nin önde gideni, bir gün nereden çıkardığı bilinmez, "Ben güreş isterim!" diye bir yaygara kopardı. Bir kere ne zamandan beridir erzakları bitmiş, aç bir haldeydiler. Neyine güvenerek güreş istediğini bir türlü anlayamasak da Cişein sevinmişti. Ona göre tahta çıkma günü daha da yakına gelmişti. "Ben bunların topunu bir iki el enseyle yere sererim." diyordu. Velhasıl tellallar müsabakaları duyurmaya başladılar. Meydana gelirken her pehlivan ustalarından derslerini aldı. Bir güzel de yağlandılar. Gerçi aykırı taifenin öyle ahım şahım bir yağı filan da yoktu. Önceki borçlarından olsa gerek, pek bir cazgırları da kalmamıştı. Söyledikleriniyse hemen hemen hiç kimse dikkate almadı.  

      Cişein, dinleyenlerine güzel şeyler anlattı. Dedi ki:

      “Bundan böyle her canlı, diline geleni geri almasın, söylesin, özgür olsun.”

      Bu sözü en çok, "Kâfi değil, lâkin he"cileri sevindirdi. Gruplar halinde Cişein'in ininin önüne geldiler, çadırlar kurarak orada tünemeye başladılar. Yanlarında bolca aslan sütü getirmeyi de ihmal etmediler. "Bu sütten içmezsek uyuyamayız." dediler. Bir yandan sütlerinden içtiler, bir yandan da memleketi kurtarma muhabbeti yaptılar. Sabah olunca kalkamadılar. Öğleye doğru uyanınca da: "Amaan memleketi, varsın Cişein kurtarsın." diyerek lak lakı yapmaya devam ettiler. Hauşlar, bu huylarına şimdilik ses çıkarmadılar.

     Yine dedi ki:

     “Tanrı bizim, tapınaklar bizim, hizmetkârları biziz.”

      Bu sözleri, koinleri bir hoş etti. Şimdiye kadar böyle konuşan bir kral, görülmüş şey değildi. "Biz bunun peşinden ölene kadar ayrılmayız!" diyerek yemin ettiler.

      Bu sefer de, dedi ki:

      “Budunda aç kalmayacak. İş az, aş çok olacak!”

      “Bunlar ne güzel sözler.” Dedi, Koinler. Bir kez daha mest oldular.

      Peşinden bir de dedi ki:

      “Bizi ecdadımızın yolundan kimse ayıramaz!”

      İşte bu sözler yetti de arttı. Ne kadar kımız müptelası cengâver varsa, “Yaşasın!” diyerek peşine düştüler. Onlar çadır filan da kurmadılar. Geceler boyu ayazda dikeldiler durdular. Gerçi yanlarında bolca kımız ve tütün getirmişlerdi, soğuktan etkilenmediler. Hauşlar, bir ara kımız tuluklarını, "Görüntü kirliliği oluşturuyor ve de kokuyor." diyerek kaldırmaya kalktılar. Cengâverler, "Cayarız!" narası atınca vazgeçtiler. Onlar da, "Hele bakalım ileride kaldırırız." dediler, niyetlerini içlerinde sakladılar.

      Cişein’in sözlerini, zavallı insan soylu sakinlerin de çoğu sevdi.

      “Amaan, Üç Başlı zaten can çekişiyor, artık orda bize ekmek yok.” dediler, yüzleri bile kızarmadan bizimkilere katıldılar.

      Hauşlar bu duruma kıs kıs güldüler; ancak belli etmediler. Cişein sıkı tembihlemiş, “Sakın ha, sakın ha! Gerçek niyetimizi kimse bilmesin, değilse topunuzu tamuya yollarım!” demişti. Onlar da ağızlarını sıkı tutacaklarına dair Sermülk Tapını adına yemin etmişlerdi.

(Devam edecek.)

Hamdi MERSİN

Bu haber 1462 defa okunmuştur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit
    Ramazan bayramına doğru09 Nisan 2024

Sponsor Alanı

Sponsor Alanı

 

ANKET

ANAMUR OKULLARINDA SERBEST KIYAFET UYGULANSIN MI?




Tüm Anketler

0cak - 2012 / Her Hakkı Saklıdır / Kaynak gösterilip, sitemizin ilgili sayfasına link verilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir-Site ticari olmayıp, kütüre hizmet eder.
RSS Kaynağı | Anasayfa | İletişim

(c)2012 Anamur Sedir