anamursedir-anamur dergi
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

Sponsor Alanı

Anamur SEDİR

Anamur SEDİR 1993-1994

   -Aralık   1993  1. Sayı
   -Ocak    1994  2. Sayı
   -Şubat   1994  3. Sayı
   -Mart     1994  4. Sayı
   -Mayıs   1994  5. Sayı

MAKİ DERGİSİ

MAKİ DERGİSİ-105

Saat

Ana Menü

Sponsor Alanı

 

Ziyaretçi Bilgileri

»Aktif 23  
»Bugün 866  
»Toplam 14035931  
Sayın Ziyaretçimiz
»IP'niz | 18.223.171.12
» Bu sitemizi ziyaretiniz

HAVA DURUMU

ANAMUR

SANKİ GİYDİM (4.HİKÂYE)

                                    SANKİ GİYDİM

Aralık ayının son günleri… Lâpa lâpa yağan karın altında oraya buraya koşturan, bir şeyleri yetiştirmek ya da bir şeylere yetişmek için didinen insanlar… Hiç bitmeyen bir telâş… Dünya telâşı… Ne yağmur dinliyor ne de kar…

Bu telâşa kendini kaptıranlardan biri de Leyla… Upuzun bir bankamatik kuyruğunda arkadaşıyla tam bir saattir bekliyor. Ayaklarını hiç hissetmiyor artık. Tek istediği, dayısının ona her ay gönderdiği harçlığı çekip bir an evvel alışverişe çıkmak. Arkadaşı Gülcan, sabahtan beri: “Haydi gidelim Leyla, biraz daha beklersek şuracıkta donup öleceğim. Cüzdanında yetecek kadar harçlığın var. Bu parayı hemen harcamak zorunda mısın? Çarşı kaçmıyor ya! Hem benim bildiğim, almak istediğin şeylerin bir aciliyeti yok.” dese de Leyla’nın hiç umurunda değil.

Çağın hastalığı onu daha on dördünde yakalayıvermiş. Yazık, ne kadar da genç!.. Daha, eli ekmek tutmadan bu hastalığa yakalanmak fazlasıyla perişan eder insanı. Ya ona bakmakla yükümlü olan annesini, babasını düşünsenize… Kızlarını bir an evvel tedavi ettirmezlerse -Allah(cc) korusun- ilerde ocaklarına incir ağacı dikilebilir.

Leyla, hastalığının henüz farkında değil. Çevresindekiler bu durumu ona hafiften hissettirmişler; ama daha kimse yüzüne söylememiş. “Gün gelir öğrenir, belki o da bizim gibi iyileşir.” diye şimdiye kadar susmuşlar, “Dost acı söyler.” deyip de onu uyarmamışlar.

Gülcan, sabırlı bir arkadaş… Başkası olsa Leyla’yı o uzun kuyrukta çoktan bırakıp gitmişti. Sıra nihayet onlara geldi de daha fazla beklemekten kurtuldu kızcağız. Kartı heyecanla takıp şifresini tuşlayan Leyla, ekrandaki miktarı görünce: “Yaşasın, yatırmış! O istediğim çantayı alabilirim!..” diye bağırdı. Gülcan, artık dayanamadı. Leyla’nın kolunu hafiften çimdikleyerek: “Sakin ol arkadaşım! Gören de sana piyangodan para çıktı sanacak. Haydi, paranı çek de gidelim. Annemden sadece bir saatliğine izin almıştım. Dershaneden ikide çıktığıma göre, üçte otobüse binmiş olmalıydım.” dedi.

Dedi demesine de yine onu kim dinledi ki? Parasını çeken Leyla, Gülcan’ı ikna edip çantacıya da götürdü. İki arkadaş eve döndüklerinde hava çoktan kararmıştı bile. Leyla’yı merakla bekleyen Maide Hanım, bu geç kalışın nedenini anlamakta gecikmedi tabi ki. Vestiyere konan çanta, her şeyi açıklıyordu; ancak hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı:

– Leyla, yavrum, yine dayının gönderdiği tüm parayı harcadın değil mi?

– Ama anne! Her sefer böyle yapıyorsun… Senin yüzünden ağız tadıyla bir şey alamıyorum. Dayım bu parayı harcamam için gönderiyor. İhtiyaçlarım için gönderiyor…

– Pekâlâ küçük hanım; söyle bakalım, bu seferki ihtiyacın ne idi?

– Tabi ki spor bir çanta…

– Çanta mı, hem de spor bir çanta öyle mi?

– Evet anne, spor bir çanta… Şimdi herkesin sırtında bu çantalardan var. Neden benim de olmasın ki?

– Kızım, herkesin kullandığından bizim de olsun dersek hiçbir şeye yetişemeyiz, hattâ yiyecek bir lokma ekmeğe bile muhtaç kalırız. Aç da şu dolabına bak, kapının ardına, vestiyerdeki askıya bak… Her yer çanta dolu… Spor, klasik, abiye ne istersen hepsinden de en az iki tane… Yalnız, çanta mı?.. Giysin de bir o kadar fazla… Her yer tıkış tıkış…

– İyi ama anne, bunun sana bir zararı var mı? Hepsini de mağazadakiler gibi katlayıp koyuyorum. Hiç dağıttığımı, birini bile ortaya bıraktığımı gördün mü?

– Hah, kendin ne güzel söyledin: Mağaza gibi… Evet senin odan bir mağaza gibi tıka basa dolu… Eğer böyle alışveriş yapmaya devam edersen dayınla konuşacağım, sana bir daha harçlık falan göndermesin. “Yeğenin alışveriş yapacağım diye kendini kaybediyor.” diyeceğim.

– Ya anne, lütfen!.. Sakın böyle bir şey yapayım deme!

– Hem dayın gönderiyor hem de biz veriyoruz. Akıllı ol, harçlığını daha değerli şeylere harca lütfen. En son ne zaman yeni bir kitap aldığını hatırlamaya çalış bakalım.

Annesinin bu sözlerine dayanamayan Leyla, ağlayarak odasına gitti ve kapıyı sert bir şekilde kapattı. Maide Hanım’sa bu tartışmadan en az Leyla kadar etkilendi. Kızını uyardığı için değil; ama, tehdit ederek konuştuğu için kendisine kızdı.  

Odasında yatağının üzerine uzanmış olan Leyla ise kendisini hiç suçlamadı: “Ben gencim, hattâ daha çocuk bile sayılırım. Annemin benden istediğini ancak nineler yapar. Bu yaşta giymeyeceğim de ne zaman giyeceğim? Hem onun dediğini yaparsam arkadaşlarımdan geri kalırım, herkes benim modayı takip etmediğimi düşünür. Buna asla katlanamam. Hele de param varken…” diye söylendi.

O akşam, sofraya bile nazlanarak oturan Leyla, annesiyle hiç konuşmadı. Babasının: “Neyin var kızım, hasta mısın? Yoksa okulda mı bir şey oldu?” sorusuna: “Biraz üşütmüşüm baba.” diye cevap verdi. Yemeğin ardından annesinin sofrayı kaldırmasına bile yardımcı olmadan tekrar, odasına kapandı. Akşam çayını da reddetti. Oysa yemekten yaklaşık iki saat sonra bir araya gelinen bu vakit, ailenin en sevdiği zaman dilimiydi. Maide Hanım’ın porselen demlikte demlediği çayın tadına doyum olmazdı. Televizyon o saat susturulur, Cemal Bey; eline bazen bir Kur’an meali, bazen bir kitap, bazen de bir dergi alıp herkese hitap eden bir yazı okurdu. Sonra okunan yazıdan herkes ne öğrendiğini söylerdi. Bir yandan da çaylar yudumlanırdı.

Bugün diğerlerinden farklıydı tabi ki: Leyla yoktu… Onu herkesten daha bir fazla seven küçük Seda bile onu çay içmeye razı edememişti. Bu sefer bir kedi gibi, ablasının sıcacık kucağına sığınıp uyuyakalamayacaktı. Çok rahat olmasa da çaresiz, ağabeyinin kucağıyla idare edecekti.

Maide Hanım’ın neşesi iyiden iyiye kaçmıştı. “Ana yüreği” diye boşa dememişler. İşten yorgun argın gelse de sırf, yavruları seviyor diye yaptığı patatesli börekten Leyla yiyememişti. Sofradan da yarı aç kalkmıştı. Kendi kendine: “Acaba tabağa koyup odasına mı götürsem? Yooo, bu çok yanlış bir davranış olur. Tartışsak da küsmemeliydi, kapıyı öyle sert kapatmamalıydı. Hem ben ona sadece yaptığının ne kadar yanlış olduğunu anlatmak istedim.” dedi.

Maide Hanım böyle içini yiye dursun; Leyla, dolabının başında, yarın dershaneye ne giyeceğine karar vermeye çalışıyordu. Raflardaki kazaklara şöyle bir baktı: “Benim pembe bir kazağım olacaktı, acaba nerede?”dedi. Çok değerli bir şey kaybetmişçesine telaşla rafları yokladı. Aradığını bulamayınca öfkelendi: “Kesin yine annem kaldırmıştır, kim bilir nereye koydu?”dedi. Bu öfkeyle tüm raflardaki giysileri yere saçtı. Öyle ki, yerde küçük bir tepe oluştu. Bu görüntüye kendisi de şaşırmıştı. Sahiden de giysisinin çok olduğunu itiraf etmekten korktu. Onları oflaya puflaya yeniden katlarken bir değil tam üç tane pembe kazağının olduğunu fark etti. Hattâ birisinin daha etiketi bile sökülmemişti; yani bir kere olsun giyilmemişti. Keşke sadece pembe kazağından üç tane olsaydı! Birbirine benzer renkte ve modelde daha o kadar çok giysisi vardı ki… Bir şey alırken: “Acaba evde bunun yerini tutacak bir başka giysim var mı?” diye hiç düşünmemişti ve ne yazık ki bugüne kadar parasını hep boşa harcamıştı. Ne kadar kaçmaya çalışsa da artık dayanamayıp kendine itiraf etti:

– Galiba annem haklı! Hem de çok haklı. Kendimi ona mutlaka affettirmeliyim… Yoksa sabaha kadar imkânsız uyuyamam, dedi. Oturma odasına girdiğinde annesinin ne kadar mahzun olduğunu gördü. Yine gözlerinin altında mor halkalar belirmişti. Zaten bir şeye üzüldüğünde hep böyle olurdu.

Leyla’nın içinden geçen, annesine sımsıkı sarılıp hemen özür dilemekti; ancak onun ne tepki vereceğini kestiremiyordu. İşi bilmezliğe vurup:

– Anneciğim, bana börek yok mu? deyip hemen yanına oturdu. Yeterince üzülmüş olan Maide Hanım’ın naz yapacak hâli kalmamıştı. O da bir şey olmamış gibi cevap verdi:

– Olmaz olur mu yavrum? Bak, senin payını oraya ayırdım, haydi daha fazla soğumadan ye!

– Sağ ol anneciğim, ellerine sağlık! Keşke kendini yormasaydın da ben yapsaydım.

– Yorulmak ne demek kızım? Ben sizler için bir şeyler yaparken zevk duyuyorum. Hele de bir, “Eline sağlık…” dediniz mi tüm yorgunluğum kuş olup uçuyor.

Annesinin bu şefkat dolu sözlerine dayanamayan Leyla, sonunda Maide Hanım’a sarıldı:

– Özür dilerim anne, sen haklıydın! dedi.

O an ne olduğunu öğrenmek isteyen Cemal Bey ve Mustafa, kibarca reddedildi. “Biz Leyla ile odasında biraz konuşacağız.” dedi Maide Hanım. Cemal Bey yarı ciddi yarı alaylı:

– Hay, hay hanımlar… Ne demek? İstediğiniz gibi konuşun. Konuşun da bizim de yüzümüz gülsün, sizin de… Vallahi bugün içtiğim çaydan bir şey anlamadım, diyerek rahatsızlığını belirtti. Mustafa ise babasının biraz daha büyümüş olan göbeğini işaret ederek:

– Çayı bilmem; ama börekleri çok sevdin baba! dedi ve güldü.

Leyla ile birlikte odasına geçen Maide Hanım, biricik kızını dizlerinin dibine oturttu. Daha bugün sabah, özene bezene ördüğü saçlarını çözüp anne şefkatiyle okşadı. Zaten uykusu gelmiş olan Leyla, annesini uyarma ihtiyacı hissetti:

– Anneciğim, eğer saçlarımla böyle oynarsan uyuyakalıp seni dinleyemeyebilirim. Baksana esnemeye başladım bile…

– Dinlersin güzel kızım, dinlemelisin. Dıştan çok basitmiş gibi görünen bu konu aslında çok önemli. Sana kendimden örnek verirsem beni daha iyi anlayacağını düşünüyorum. Biliyor musun, bir zamanlar ben de senin gibiydim; yani hastaydım…

– Ne hastalığı anne? Ben hasta değilim ki!..

– Hastasın yavrum… Sen de çoğu insan gibi bir alışveriş hastasısın. 

– İlahi anne! Hiç güleceğim yoktu. Ben de bilmediğim ciddi bir hastalığım var da onu söyleyeceksin sandım.

– Sen bunun ciddi bir hastalık olmadığını düşünüyorsun öyle mi?

– Evet anne, hattâ bırak ciddi olmasını, hastalık bile olmadığını düşünüyorum.

– Ama psikiyatristler öyle düşünmüyor.

– Pisikiyatrist mi? Ne yani, bu psikolojik bir rahatsızlık mı?

– Aynen öyle. Ben bu rahatsızlığa işe başladıktan sonra tutuldum; yani bir gelirim olduktan sonra… İşten çıktıktan sonra hemen çarşının yolunu tutar; o mağaza senin, bu mağaza benim gezerdim ve hiç eli boş dönmezdim. Sonunda bir gün fark ettim ki, alışveriş yapmadığım zamanlar mutsuz oluyorum. Bu, bana normal gelmedi. “İnsanın mutluluğu para harcamaya bağlı olsaydı yoksul insanlar hiç mutlu olamazdı.” dedim. Bir psikiyatriste gittim ve “alışveriş hastası” olduğumu öğrendim. Meğer, “İnsanın ihtiyaçlarının ötesinde ve ekonomik yönden kendisini zarara sokacak şekilde alışveriş yapması bir hastalıkmış. Kişi, alışveriş yapamadığı zaman çok büyük sıkıntı duyar, kendisini kötü hissedermiş. O kimse için alınanların çeşidi önemli değilmiş, önemli olan bir anda çılgınca satın almakmış.[1]

– Peki anne, insan bu hastalığa nasıl tutulurmuş? Onu da sordun mu?

– Sormaz olur muyum? Bu hastalık, yaşadığımız modern hayat tarzının bir sonucuymuş. Gerek televizyonda seyrettiğimiz reklâmlarla gerekse filmlerle insanların bir şeylere sahip olma, tüketme isteği bilinçli olarak arttırılıyormuş. Hattâ o gördüğün büyük alıveriş merkezleri var ya, sırf, insanların boş zamanlarını değerlendirmek, bundan kazanç sağlamak amacıyla kurulmuş. Bu merkezlere biz de gidiyoruz; ama kimilerinin yaptığı gibi boş zamanlarımızı değerlendirmek için değil… İnsanların akrabaları varken zamanlarını buralarda geçirmesi bana çok acı geliyor. Sanırım bunda insanların maddî durumlarının iyi bir seviyeye gelmesi çok etkili. Ceviz kabuğunu doldurmayacak nedenlerle akrabalık, komşuluk ilişkileri koparılıp atılıyor. Kimse, kimseye muhtaç olmadığını, olmayacağını zannediyor.

– Desene anne, aslında tüketilen giyim-kuşam, yiyecek-içecek değil; insanın kendisi, akrabaları, komşuları, dostları…

– Evet Leyla, ne kadar doğru söyledin yavrum… Tükenen bizleriz, sevgilerimiz… Ama ben inanıyorum ki, istersek bunun önüne geçebiliriz. Doktorun söylediğine göre, dünya da bu çılgınlıktan bıkmış. “Kanadalı bir grafik sanatçısı (Ted Dave), 1992 yılında çıkıp ’24 saat hiçbir şey almamak’ üzere bir gün icat etmiş. Bugün, sekiz-dokuz yıl içinde Hollanda, İngiltere, ABD gibi pek çok ülkede kabul görmeye başlamış. Böyle bir günden amaç, sadece o gün için alışveriş yapmamak değil, ondan sonraki günlerde de sade ve kontrollü bir hayat sürme alışkanlığı kazandırmakmış.[2]

– Peki anne, doktor senin bu hastalığından kurtulman için ne yapman gerektiğini söyledi mi ya da bir ilaç verdi mi?

– İlaç vermedi yavrum; çünkü bu, ilaçla tedavi edilecek bir hastalık değilmiş. Sırf, insanın kararlılığı ile iradesiyle tedavi edilebilecek bir rahatsızlıkmış. Eğer kişi bu hastalıktan kurtulmak istiyorsa her şeyden önce, yoksul insanların yaşadıklarını gözleriyle görmeli, onlara yardım etmeliymiş. Yüce Allah (cc.) da zaten Kur’ân-ı Kerîm’de böyle buyurmuyor mu?

“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabb'ine çok nankördür.[3]

– Düşünsene, akrabaların maddî açıdan çok zor durumda ya da bir kuru ekmeğe dahi muhtaç kimseler var çevrende… Seninse bu insanlar hiç umurunda değil. İstediğini alıyorsun, istediğin yere gidiyorsun, yoksulluk gibi bir sorunun yok. Oysaki sahip olduklarını, daha doğrusu Allah(cc)'ın sana verdiklerini -imkânların elverdiği ölçüde- muhtaç kimselerle paylaşma mesuliyetin var. Kimi insanlar bunu kabul etmek istemiyor; ama bu bir gerçek…

– Peki anne sen, doktorun tavsiye ettiği şekilde muhtaç olan bir kimseye yardım ettin mi? Bunun bir faydasını gördün mü?

– Kesinlikle gördüm… Hattâ bu yardımı çok ilginç bir şekilde yaptım. Doktordan çıktıktan sonra aklıma, Fatih’te oturan bir arkadaşımı ziyaret etmek geldi. Onunla uzun zamandan beri görüşmüyorduk. İkimiz için de iyi olur, diye düşündüm. Sen, camilere olan merakımı iyi bilirsin… Arkadaşıma giderken önünden geçtiğim bir cami, daha doğrusu, caminin ismi dikkatimi çekti: “Sanki Yedim Camisi…”

– Ne?.. Sanki Yedim mi? Bu isim bir camiye koymak için çok komik ve anlamsız değil mi?

– Hikâyesini bilmeyen kimseler için öyle… İçeri girip bu isim hakkında bir bilgi olup olmadığını öğrenmek istedim; ama o an camiden çıkmakta olan cemaatten çekindim. Neyse ki arkadaşım beni bu konuda aydınlattı. Meğersem, “XVIII.yüzyılda yaşamış olan Keçeci Hayrettin Efendi isimli bir zat, iktisatlı yaşamaya düşkün biriymiş. Nefsinin istediği her şeyi yapmaz, vara-yoğa para harcamazmış. Bir lokantanın önünden geçerken canı yemek istediğinde lokantanın kapısından içeri girer; ama oturmadan dışarı çıkar ve:

– Sanki yedim… diyerek orada harcaması gereken parayı kesesinden çıkarıp bir kenarda biriktirirmiş. İşte bu Keçeci Hayrettin Efendi, ‘Sanki yedim…’ diyerek kenarda biriktirdiği bu paralarla Fatih’te adı geçen camiyi yaptırmış.[4]

– Anne, bu harika bir şey!..

– Evet yavrum, bence de… Demek ki, mutluluk sürekli olarak insanın kendisine harcama yapmasında değil; tam aksine, onu Allah rızası için başkaları için de kullanmakta… Ben bu hikâyeyi dinledikten sonra bil bakalım ne yaptım?

– Bilmem!.. Ne yaptın anne?

– Maaşımdan, bizi zora sokmayacak bir miktarı çektim ve doğru, çarşıya gittim. Sırf giysi alabilmek için defalarca arşınladığım o caddeleri, pasajları bir kez daha gezdim; ama bu sefer mağazaların vitrinlerine bir kez olsun bakmadım. Gözüm muhtaç kimseleri aradı hep…

İlk olarak, ayazlı havada baskülünün başında bekleyen yaşlı bir amca gördüm. Heyecanla yanına gittim. Onu bir dilenci gibi gördüğümü zannetmemesi için tartıldım. Ardından da “Sanki giydim…” diyerek iyi bir ücret verdim. Almak istemedi; ama ben ısrar ettim. Bunu, kilolarımı vermiş olmaktan duyduğum sevinçle yaptığımı söyledim.

Sonra, yere serdiği bir bez üzerinde tespih, mendil, el lambası vb. şeyler satmaya çalışan bir kimse gördüm. Ellerini cebine sokmuştu, çok üşüdüğü, büzülmüş olan bedeninden anlaşılıyordu. Ondan da pek çok şey aldım…

– Abla, neden bu kadar çok alıyorsun? Yoksa sen de mi bu işlerle uğraşıyorsun? diye sordu. Sadece güldüm. Kendime giysi almak için harcayacağım parayı: “Sanki giydim…” diyerek adama uzattım. “Abla, Allah(cc) senden razı olsun. Her müşteri senin gibi olsa karnımız doyar.” derken yüzü gülüyordu ve sanırım o artık üşümüyordu.

Çarşıya indiğimde uğramadan edemediğim pasaja da baktım. Aman Allah’ım! Üç çocuk; yerde, betonun üzerinde yatıyordu ve kahkahalarla gülüyorlardı. Biraz korkmuştum. Yanlarına yaklaştığımda bu korkum, derin bir hüzne dönüştü. Çocuklar, kardan ıslanmış olan ayaklarını kalorifer peteklerinin arasına sokarak ısıtmaya çalışıyorlardı. Aslında asıl sorun kar değildi, delik deşik olmuş ayakkabılarıydı. “İşte bir fırsat daha! Hadi Maide!” dedim. “Sanki giydim…” diyerek çocukları aldım doğru, ayakkabıcıya götürdüm, sonra da karınlarını bir güzel doyurdum. Hepsinin de ayrı bir hikâyesi vardı. Dinlediklerim boğazımda kocaman bir düğüm oldu. Onları böylece bırakamazdım. Adreslerini alıp onlara yakında yardım edeceğimi söyledim. Sonradan babanla, bu çocukların eğitimlerine devam edebilmeleri için burs temin ettik. Yani bu hayra başkalarını ortak etmeyi de başardık.

– Peki anne, o gün daha başka kimselere yardım ettin mi?

– Son kez bir de lokantanın önünde yemek dilenen yaşlı bir teyzeye yardım ettim. Mis gibi kokan dönerin başındaki işçi: “Haydi başka kapıya teyze, buraya senin gibi günde kaç kişi geliyor? Hepsinin karnını doyurursak biz aç kalırız.” diye zavallıyı azarlıyordu. İçerdeki müşterilerse olanları sadece izliyordu. Ben:

– Hadi gel teyze, birlikte yiyelim! dedim ve kadıncağızı lokantaya soktum. Dönerci, bana:

– Aman abla, yüz vermemek lazım böylelerine! dedi. Ben de dayanamayıp ona:

– Belki yüz verseydiniz -şimdi değil on fakiri- yüz fakiri bedava doyuracak kadar zengin olurdunuz kardeşim!.. E… Ne demişler: ‘Kiminin parası, kiminin duası…' diye çıkıştım. Dönerin sıcağından zaten yüzü kızarmış olan adam, benim bu sözlerim üzerine daha da bir kızardı. Ona da üzüldüm; ama ne yapayım? Birinin bunu söylemesi lazımdı. Neyse, teyzenin karnını da Allah(cc)’ın yardımıyla bir güzel doyurdum. Onun da adresini alıp bir yardım derneğine bildirdim.

Parayı son kuruşuna kadar harcamıştım. Ama ne kadar mutluydum Leyla bir bilsen… Sanki, kanatlarım olsa eve uçarak gidecektim. Kendimi o kadar huzurlu, o kadar hafif hissediyordum. Şartlarımı zorlasam daha da fazlasını yapabilirdim; ancak yapmadım. Çünkü Kur’ân okurken bir ayet dikkatimi çekmişti:

“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.[5]” Yüce Allah (cc) birilerine yardım ederken bile ölçülü olmamızı emrediyor. O gün ben de çok para harcamıştım; ama bu birikmiş bir borç gibiydi. Bir an evvel ödemek istiyordum. Onca zaman hep kendime harcamış, bir tek fakiri bile sevindirmemiştim. Yine de şayet ölçüyü aştıysam beni affetmesi için Allah (cc)’a dua ettim. Çünkü neyin doğru olduğunu o benden iyi bilirdi. Özetle söylemem gerekirse güzel yavrum, sen benim kadar çok hasta olmadan küçük yaşta kendini tedavi et, kontrollü davran, sadece ihtiyacın olanı al. Dayının gönderdiği o paradan her ay küçük bir hayır da yap. Ne bileyim, bir dilenciye para ver ya da bir hayır kuruluşuna bağışta bulun. Bu sana kalmış… Bir de Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadislerini hiç unutma:

“Allahüteâlâ(cc)’nın bir beldede en beğendiği yer, oranın mescitleri, en sevmediği yer ise oranın çarşı-pazarıdır.[6]

“Şayet yapabiliyorsan, çarşı-pazara ilk giren ve oradan en son çıkan sen olma! Çünkü orası, şeytanın savaş alanıdır. Bayrağını oraya diker, orada yumurtlar ve orada yavru çıkarır.[7]

– Teşekkür ederim anne… Benimle ilgilendiğin için, bana hep doğruları göstermeye çalıştığın için çok teşekkür ederim. Söylediklerini unutmayacak ve yarından tezi yok uygulamaya koyacağım.

– İnşallah yavrum inşallah…

Ana kız o gün çok huzurlu bir uykuya daldılar. Çünkü dargınlık bitmiş, ikisi de birbirini affetmişti. Ertesi gün hafta sonuydu. Annesiyle birlikte sabah namazını kılan Leyla, yeniden uyumak istedi; ancak uyuyamadı. Yüreğinde garip bir heyecan hissetti. Kalktı, dolabının kapağını açtı. “Haydi bakalım Leyla! Öğrendiklerini uygulama vaktin geldi. Keçecizâde Hayrettin Efendi’den, annenden bir şeyler öğrendin mi, ispatla bakalım.” dedi. Tıpkı dünkü gibi kazaklarını yere indirdi; ama bu sefer öfkeyle değil heyecanla… Aynı renk ve modelde olan, eskimemiş giysilerini ayırdı. Etiketli olanların dışındakileri bir güzel çamaşır makinesine attı. Dolap neredeyse yarı yarıya boşalmıştı. O esnada uyanan Maide Hanım gördüklerine inanamadı. Gözlerini ovuştura ovuştura sordu:

– Sabahın bu vaktinde ne yapıyorsun yavrum?

– İhtiyacımdan fazla olan giysilerimi ayırdım anneciğim. Onları bir güzel makineye koydum. Kurudukları zaman hiç giymediğim diğer giysilerimle paketleyecek ve bir yardım kuruluşuna bağışlayacağım. Eğer durumu iyi olmayan öğrencilerin varsa sen onlara da götürebilirsin.

– Canım yavrum! Doğrusunu söylemek gerekirse beni çok şaşırttın. Daha dün akşam söylediklerimi bu kadar çabuk uygulayacağını düşünmemiştim.

– Senin hep dediğin gibi: “Ölümlü dünya anneciğim. Bugün var, yarın yokuz.” Bu işlerde gecikirsek öteki dünyaya elimiz boş gideriz.

– Sus kızım, biraz daha konuşursan sevinçten ağlayacağım. Ne mutlu bize, senin gibi bir evlat yetiştirmişiz.

O gün Maide Hanım ve Leyla sırf bu işle uğraştılar. Cemal Bey, Mustafa, Seda; yani tüm aile, giysilerini şöyle bir gözden geçirdi. Ortaya bazı insanların vermeye kıyamayacağı kadar güzel giysiler çıktı. Zaten asıl önemli olan da bu değil miydi? Kıymetli olanı vermek… İnsanın giyilemeyecek ya da yenilemeyecek nitelikteki bir şeyi yoksul da olsa başka bir kimsenin giymesini ya da yemesini beklemesi hayır yapmak değil tam bir ev temizliği yerine geçerdi. Maide Hanım bu konuda herkesi sıkı sıkı tembih etti.

Ayrılan giysiler o gün akşam, yakındaki bir hayır kurumuna bağışlandı. Herkes çok mutluydu. Özellikle de Leyla… Artık, içindeki heyecanın yerinde annesinin anlattığına benzer bir huzur vardı.

Leyla’nın dolabı sadeliğini, yalnızca bir hafta koruyabildi. Çünkü cumartesi onun doğum günüydü. Arkadaşları, Leyla’nın giyim merakını biliyor olacaklar ki, hediye olarak hep bu türden bir şeyler getirmişlerdi. Sanki bir suç işlemişçesine, gelen hediyelerden huzursuz olan Leyla, annesine sordu:

– Sence bunları da bağışlamalı mıyım anne?

Maide Hanım, gülerek cevap verdi:

– Hayır yavrum! Bu hediyeler senin hakkın. “Gerçekten Rabb'im rızkı kullarından dilediğine yayar ve kısar. Allah (cc) için ne harcarsanız, o, onun yerine (daha iyisini) koyar. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.[8]

İmran AKSOY

Türkçe Öğretmeni-Ankara



[1]  Selime AKBURÇ, “Tüketim Kültürü Üzerine Notlar”,Şebnem Dergisi, Sayı 30, Ağustos-2007

 

[2]  Şebnem Dergisi, “Satın Almama Günü”, Sayı 30, Ağustos-2007

 

[3]  İsra Sûresi, 26-27. ayet

 

[4]  Rukiye GÖNÜLLÜ, “Sanki Yedim”, Şebnem Dergisi, Sayı 30, Ağustos-2007

 

[5]  İsra Sûresi, 29. ayet

 

[6]  Müslim, Mesacid, 288

 

[7]  Müslim, Fezâllü’s-Sahabe, 100

 

[8]  Sebe Sûresi, 39. ayet

Bu sayfa 35634 defa görüntülenmiştir.

    Ramazan bayramına doğru09 Nisan 2024

Sponsor Alanı

Sponsor Alanı

 

ANKET

ANAMUR OKULLARINDA SERBEST KIYAFET UYGULANSIN MI?




Tüm Anketler

0cak - 2012 / Her Hakkı Saklıdır / Kaynak gösterilip, sitemizin ilgili sayfasına link verilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir-Site ticari olmayıp, kütüre hizmet eder.
RSS Kaynağı | Anasayfa | İletişim

(c)2012 Anamur SED?R