anamursedir-anamur dergi
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

Sponsor Alanı

Anamur SEDİR

Anamur SEDİR 1993-1994

   -Aralık   1993  1. Sayı
   -Ocak    1994  2. Sayı
   -Şubat   1994  3. Sayı
   -Mart     1994  4. Sayı
   -Mayıs   1994  5. Sayı

MAKİ DERGİSİ

MAKİ DERGİSİ-105

Saat

Ana Menü

Sponsor Alanı

 

Ziyaretçi Bilgileri

»Aktif 30  
»Bugün 728  
»Toplam 13982170  
Sayın Ziyaretçimiz
»IP'niz | 54.225.1.66
» Bu sitemizi ziyaretiniz

HAVA DURUMU

ANAMUR

DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ

Hamdi MERSİN

09 Kas?m 2018, 02:09

Hamdi MERSİN

DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ

 

İNMEMİŞTİR HELE KUR'AN

İbret olmaz bize her gün okuruz ezber de;

Bir ibret aranmaz mı bu ayetlerde?

Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan Kur’an’ın:

Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mananın:

Ya açar bakarız nazm-ı celilin yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak, ne fal bakmak için

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne duvarlara asılmak, ne el sürülmemek için

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne tezhip, ne sülüs, ne hat yazmak için

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne tapınak, ne nutuk, ne vaaz-ı din için

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne meslek kaygıları ne kariyer hesapları için

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne erkeği yüceltmek, ne kadını aşağılamak için

Ne Arap’a paye vermek,

Ne Acem’i hor görmek için.

                                             Mehmet Akif ERSOY

 

          Biz o peygambere şiir öğretmedik. Şiir ona yaramaz/gerekmez de! Ona vahy edilen, bir öğütten ve apaçık bir Kur’an’dan başka şey değildir.

        Diri olanı uyarsın ve inkârcılar üzerine söz hak olsun diye indirilmiştir. (Yasin suresi: 69.ve 70. ayetler.)

 

        İnsanlar, şu ya da bu şekilde bir dini inanca sahiptirler ve inandıkları dinin emir ve yasaklarına uymaya, yap dediklerini yapmaya, yapma dediklerini yapmamaya çalışırlar. Kendisini bir dinin mensubu olarak görmeyenler de yok değildir; ancak bunların sayısı tüm insanlığa oranla oldukça düşüktür.

         Türkler arasında en yaygın inanç; Gök Tanrı inancıydı. XIII. yüzyıldan itibaren İslâmiyet, Türk boylarından Oğuzlar arasında hızla yayılmaya başladı. İslâmiyet’ten önce ve sonra Türk toplumu üzerinde din adamları ve dini motiflerin büyük rolü olmuştur; bu etkiyi, meydana getirdikleri kültürel eserlerde ve sosyal hayatlarında açıkça görebilmekteyiz. Dinî törenler, ibadetler toplum hayatının vazgeçilemeyen öğeleri arasındadır. Savaşta, barışta, yasta, eğlencede, düğünde, toyda dinî içerikli oldukça fazla figür yer alır.

        Din öğretisinin topluma aktarılması noktasında zaman zaman problemler ortaya çıkmıştır. Peygamberimiz (SAV) ve onu izleyen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde bu konuda pek sorun çıkmamıştır. Vahiyler, Peygamber’e geliyor, sahabe de bunları birinci ağızdan öğreniyordu. Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde Müslümanlar arasında sorunlar ortaya çıkmaya başlamışsa da bunun din öğretimi ile ilgisi yoktur.

        X. yüzyıldan sonra hem İslâm dünyası, hem de Batı’da bilim alanında, bir nevi duraklama dönemi başlamıştır. İslâm âlemi ile ilgili olarak; Mehmet Akif’in Türkistan gezisi vesilesiyle dile getirdiği;

O Buhara! O mübarek, o muazzam toprak!

Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!

İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim

Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akim*

(*Akim: Kısır.) dizeleri gerçeği apaçık ortaya koyar.

         İstanbul’un fethi ile medreselerde, Fatih’in bilime verdiği önem nedeniyle dinî ilimlerle birlikte tıp, astronomi, matematik gibi nazari bilimlerin de öğretimi yapılmaya başlamıştı. Bu uygulama, Kanuni devrine kadar devam etti. Kanuni döneminde medreselerde dinî ilimler dışındaki tedrisata son verildi. Bu durumun en önemli nedeni on yıllar boyu nazarî ilimlerde taklidin dışında somut bir başarının ortaya konulamamış olmasıdır.

          XVI. yüzyıldan itibaren Doğu ticaret yollarının siyasî anlamda Müslümanların eline geçmesi Batı’da yeni arayışlara neden oldu. Kuzey İtalya, Batı ve Orta Avrupa’da bilimsel gelişmeler ve yeni buluşlar dönemi başladı. Bilimsel gelişmeler desteklendi. İngiltere ve Fransa’da bilimler akademileri açıldı. Tıp, coğrafya, astronomi, fizik, matematik alanlarında yeni görüşler ortaya atıldı. Bu gelişmelerde Eski Yunan eserlerini inceleyerek İslâm’ın ilk dört asrında büyük bir medeniyete imza atan Müslümanların rolü önemlidir. Batılı aydınlar, Müslümanlardan öğrendikleri İlk Çağ filozoflarının eserlerinden ilham alarak yeni Batı medeniyetini ortaya koydular.

        Aynı dönemlerde Türk ve İslâm dünyasında durum hiç de iç açıcı değildir. İnsanı, neyin dinden çıkaracağı, neyin çıkarmayacağı tartışmaları ile başlayan ve günümüze kadar beş asırdır benzeri tartışmalarla süren geri kalış dönemi başlamıştır.

       VI. asırdan itibaren İslam dünyasının hemen hemen tamamı için sığınılacak yegâne liman olarak Osmanlı Devleti akla gelir. Bu durum, II. Abdülhamit ile en yüksek seviyeye çıkar. XX. yüzyıl başlarından itibaren ise bu bakış açısı yavaş yavaş ortadan kalkar.

       İslâm dünyasının teknik alanda, Batı karşısındaki gerileyişi büyük bocalamalara neden olur. Bu bocalamalar, siyasî alandan sosyal alana kadar geniş bir yelpazede kendini gösterir. Kurtuluş reçetesi olarak reformculuktan en katı radikalizme kadar farklı düşünceler zaman zaman çok keskin söylemlerle tartışılır. Sorun hâlâ çözüme kavuşturulmuş; medeniyet alanında bir atılım yapılabilmiş değildir. Cumhuriyet döneminde Latin alfabesine geçilerek geçmiş ile bağların koparıldığı eleştirisini getirenlere şu soruları sorma cesaretinde bulunanı nedense pek göremiyoruz:

-Latin alfabesinin kabulünden önceki üç yüz yılda hangi buluşa imza atmıştık?

          -Arap alfabesini kullanmaya devam eden ülkelerden hangisi insanlığa faydalı bir buluşa imza attı?

Bu sorulara cevaben söylenecek olan:

         “Latin alfabesi ile uzaya mı çıktık?” Söylemi ise demagoji ve kısır döngü içinde kalmışlığımızın göstergesidir.

         Asr-ı Saadet dönemine özlem, tüm Müslümanların taşıdığı bir duygudur; ancak bu özlem, gelenekçi yaklaşımlarla her çeşit modern gelişmeye karşı tavır almak şeklinde de kendisini gösterebiliyor, her çeşit modernliği İslam’a uydurma çabası olarak da. Tüm bu durum ve duruşlar Müslümanların birçok farklı rüzgârla oradan oraya yalpalamasına neden olmaktadır. Gerçekte, sıradan vatandaşların bu tartışmalarla pek de isteyerek ilgilendiği söylenemez. İnsanlar, ibadetlerine -yapabildikleri kadarıyla- her devirde devam edip geldiler. Genelde ulema ve siyasî oluşumların temsilcileri, gerilimlerin tarafı olarak öne çıktılar.

           Tartışmaların zemininde yer alan konular genel olarak sığdır. Büyük medeniyet atılımlarını doğuracak fikir alt yapısından maalesef yoksundur. Bu durum, sohbet-vaaz gibi halka yönelik mesajlarda da kendisini gösterir. Başlıca konular: Batı karşısında neden geri kaldık? Batı medeniyeti bize zarar veriyor, eskiye dönüş nasıl sağlanır? Pozitif bilimler ve tartışmalar dine zararlı mı? Hangi davranışlar insanı dinden çıkarır? vs. Ortaya konulan çözüm önerileri de aynı sığlıkta olduğundan Müslümanlarda bir dinleyici heyecanı pek yoktur.

           Bütün bu tartışmaların çoğunda göz ardı edilen bazı önemli hususlar vardır: İslâm’a göre, insanoğlu, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Böyle bir anlayış hiçbir düşünce sisteminde yoktur. Bu nedenle de hiçbir doktrin İslâm’dan üstün olamaz. Bu özgüvene sahip, bilinçli Müslümanlar, Marksizm’i, Freudizm’i, Kapitalizmi, Darvinizm’i kendilerine rakip olarak görmezler. Bu bilinçten yoksun olanlar, Müslümanlara İslâm’ın güzelliklerini anlatma yerine, bu düşünce sistemlerini aşağılama şeklindeki söylemleri yol olarak seçerler ki, bu üslup, dinleyenler üzerinde bekledikleri gibi hiç de olumlu etkiler yapmaz; tez-antitez tartışmaları asıl sorundan uzaklaşmaya neden olur. Oysa İslâm, bu fikirler yokken de vardı ve hiçbir doktrin İslâm’ın yerini ele geçirecek güçte değildir; üstelik Hıristiyan din adamları da bu düşünce sistemlerinden şikâyetçidirler. Hele hele tartışmalarda rol alan din adamları ve muhafazakâr yazarlar, bulundukları mevkilerde, inandırıcı ve öğretici söylemler yerine eskiyi savunan, yeni olan ne varsa karşı çıkan-inkâr eden bir görüntü sergiliyorlarsa bu durum daha da kötü sonuçlara yol açmakta, dinin çekici gücünü zayıflatmaktadır. İbadet yerlerindeki merkezî sistemli vaazlarda buna benzer sayısız durumla karşılaşılır. Öyle anlar olur ki, namaz vakti girdiğinde, görevli, vaaz ya da sohbetin cümlesinin bitmesini bile beklemez; keser. Bu tarz bir davranış, konunun önemsizliğini(!) imadan başka ne olabilir?

         İslâm dünyasının büyük bölümünde olduğu gibi Türkiye’de de modernleşmeye karşı topyekûn bir karşı çıkış yoktur. Kültürel değişim karşısında elbette bireysel tepkiler yok değildir, olması da doğaldır; ancak önemli bir sorun: Farklı yorumlar söz konusu olduğunda tekfir ilân etme kolaycılığı, düşünce atmosferinin daralmasına neden olmaktadır. Bu kolaycılığın somut yansımalarının en yaygın olanlarından biri Türkiye’nin Dar’ül Harb ilân edilmesidir; bu ilânı yapanların çoğunda ileri derecede bir entelektüel duruş yoktur. Üç asır önce, “Sinek pisliğine batırılmış bir ip, toprağa gömülürse maydanoz biter mi?” şeklindeki fikir yürütmelerin benzerlerini günümüzde “Çorap üzerine mesh olur mu olmaz mı?” vb. şekillerde görebilmekteyiz.

             Gözden uzak tutulan önemli bir husus da İslâm’ın engin hoşgörü anlayışıdır. İslâm dini, laik bir din olmamakla birlikte başka inanç sistemlerine karşı hoşgörülü olmayı emreder. Malına ve canına kastedilmedikçe bir Müslüman’ın Müslüman olmayana saldırmasına izin yoktur. Hele hele Müslümanların İslâm’ı zorla kabul ettirme şeklinde bir sorumlulukları olmadığı gibi, Peygamberin dahi böyle bir görevi söz konusu değildir. Müslümanlar, din ve vicdan özgürlüğüne önem verdikleri dönemlerde medeniyet sahasında da siyasî alanda da büyük başarılara imza atmışlardır.

             Ülkemizde, İslâm dininin öğretimi ile ilgili tespit ettiğimiz sorunları ve önerilerimizi aşağıda ortaya koyacağız. Bundan önce çok da fazla girmek istemediğimiz bir konuya değineceğiz. Dinin siyasete malzeme olarak kullanılması denilen bu çirkin anlayışla ilgili olarak değerli Türk-İslâm bilgini, rahmetli Prof.Dr. Erol Güngör’ün görüşlerini aktararak konuyu noktalayacağız.

           “...Eğer İslâm dünyasının yeniden yücelmesi mümkün olacaksa bunun kaynağını siyasî gelişmelerde değil, tefekkür sahasında aramalıyız.

           Siyasî kudret başka birtakım gelişmeler için müsait bir zemin yaratma potansiyeline sahiptir; ama siyaset üzerinde yoğunlaşan çabalar insanları birleştirebildiği gibi onların birbirinden uzaklaşmaları, aralarına husumet girmesi için de pek müsaittir… İslâm, siyasî iktidarla birlikte giden, onun kudreti arkasında filizlenen bir doktrin değildir; siyasî iktidarın imkânlarıyla hiç ulaşılamayacak hedefleri, İslâm, kendi başına alabilmiştir.

         Bu demektir ki İslâm davasının asıl yükü fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor. Müslüman aydınlar ve din adamları, âlimler, mütefekkirler, sanatkârlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar. Medeniyetleri politikacılar yaratmaz; medeniyet âlimlerle sanatkârların işidir. Yeni bir İslâm medeniyeti de elbette ilim, fikir ve sanat eseri yaratanların omuzlarında yükselecektir. Eğer onların gayretleriyle Müslümanlar arasında bir silkinme ve kalkınma olursa, siyasî hedefler kendiliğinden ele geçecektir.

         Bu gayeye ulaşabilmek için İslâm aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı, köklü çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarına taraflardan biri halinde sokmaya kalkanlardır. Siyasî parti farklılaşmaları Batı cemiyetindeki sınıf çatışmalarının eseri olarak doğmuştur ve her siyasî parti ister istemez şu veya bu zümrenin sözcüsü olmak, onların menfaatlerini birinci plânda tutmak zorundadır. İslâm’ı bu çatışmaların dışında tutmayı başaranlar, onun birleştirici gücü sayesinde eşitlik ve kardeşliği tesis edebilirler; bunu yapamadıkları takdirde İslâm’ı kendi fırkalarının, yani tefrikalarının doktrini halinde göstermek gibi sonu nereye varacağı bilinmeyen bir vebali temsil ediyorlar demektir.

           Bizim bütün bu söylediklerimiz şahsi bir yorum sayılabilir ve siyaseti tercih edenler kendilerini “mücahit” mertebesinde görerek teselli bulabilirler. Ama Kur’ an’ın ve hadislerin ilim hakkında neler söylediklerini unutabilirler mi?”

             Tespitler:

             -Dinî bilgiler, toplumun anlayacağı şekilde aktarılmaktan uzaktır. İslâm, insanın dünyasını maddi ve manevî veya Kayser’in sahası ile İsa’nın sahası diye ayırmaz. Anlatımlarda maddi hayat için uyulması şart olan; aynı zamanda cihanşümul olan değerlere nedense daha az dikkat çekilmektedir. Dürüstlük, haksızlık yapmama, barış, tasarruf, üretkenlik, adaletli yönetme, rüşvet almama, çalmama, adam kayırmama, temizlik gibi her birinin ayetlerle karşılığı bulunan güzel hasletlerden çok, zamanının çoğunu ibadetle geçirme, Allah yolunda ölme, ibadethanelere yardım etme, derneklere, kurslara yardım etme, ilgili yerlere zekât verme, cihat gibi konular daha fazla ön plâna çıkarılmaktadır. Oysa birinci tür hasletler hayat tarzı haline getirilebilse, ikinci kısımdakiler kendiliğinden gerçekleşecektir. Hal böyle olunca da hayal kırıklıkları gündemimizden bir türlü çıkmıyor.

            -Görüntülü ve yazılı medya organlarında din adamları arasındaki tartışmaların kırıcı boyutlara ulaşması; tarafların sanki farklı birer inanç sistemini savunuyor görüntüsü, Müslümanlarda zihinlerin karışmasına neden olmakta; dinin birleştirici fonksiyonu yıpratılmaktadır.

            -Duaların aşırı derecede Arapça ile ifade edilmesi insanların neye âmin dediklerinin farkında olmamasına, dolayısıyla şekilciliğe boğulmuş, manadan uzaklaşılmış bir ibadet tarzına gidişe neden olmaktadır. Bu durumu ifade ederken ezanın ve namaz ibadetinin millî lisanla yapılması iddiasında bulunmuyoruz; ancak İmam-ı Âzam’ın bu konudaki düşüncelerini de göz ardı etmiyoruz. Kimi din adamlarının bazı ibadetleri karmaşık bir tarza ve söyleme dönüştürmesinde de Brahmanların kendilerini farklı kılma tarzının benzeri yaklaşımlar görülmektedir; misal olarak: her duruma karşı farklı Arapça dua okunması zorunluluğu iddiası vb…

            -Okullarda tek yönlü bir din eğitimi verilmeye çalışılmaktadır. Üstelik bu konuda pek de önemli bir mesafe alınmaması yetmezmiş gibi haksız eleştirilere de meydan verilmektedir. Görüntü: Sünnî öğreti dışında bir öğretim olmadığı şeklinde olsa da gerçekte böyle bir durum da söz konusu değildir. Müfredat ile aktarılan konular arasında uyumsuzluk vardır. Anlatılan derslerin notla değerlendirilmesi, değerlendirme kıstasları, derslerin zorunlu olması ayrı bir sorundur.

            -Batı dünyasının geçmişte ve günümüzde İslâm ülkeleri ve Müslümanlara yaklaşım tarzı incelendiğinde büyük bir ikiyüzlülük ve çifte standarda tanık oluruz. Sömürgeci yaklaşımlar, bazen insan hakları ve özgürlükleri vaatleriyle bazen de demokratikleştirme yalanlarıyla maskelenmiş ve maskelenmektedir. Bu yaklaşım tarzı, ister istemez radikal grupların lokal veya bölgesel anlamda etkinliklerini artırmalarıyla sonuçlanmıştır. Hatta bu radikal girişimlerin birçoğu -örneğin; Taliban, İşid- bizzat Batılıların kurduğu veya desteklediği faaliyetlerdir. Bu gelişmeye paralel olarak toplum hayatı üzerinde cemaatlerin etkinliği artmaktadır. Bu durum, siyasî hayatı da etkilemekte; zaman zaman yüce dinî duyguların dünyevî hırs ve emellere alet edildiğine tanık olunmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi bu tür siyasallaşma faaliyetleri, yüce dinimizi doktrinsel anlamda etkilemese de sessiz Müslüman çoğunluğu incitmekte, üzmektedir.

            -Din, toplumu birleştirici, kaynaştırıcı unsurlardan biridir. Yardımlaşma, birlik ve beraberlik, kardeşlik, yurt sevgisi gibi önemli hasletlerimiz üzerinde din önemli bir etkendir; ancak iç ve dış dinamikler dinî duyguların sömürülmesine kolaylıkla zemin hazırlamakta ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilmektedir. Gerçi, geçirdiği tarihî ve sosyal deneyimler, Türkiye’nin bu olumsuz sonuçları saf dışı bırakabilecek kadar güçlü olmasını sağlamıştır. Örneğin, ne mezhep ne de etnik ayrıma dayalı beklentiler bu beklentileri taşıyanları sevindirmektedir.

           -Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sürdürülen “ Bizim istediğimiz şekilde inanan insanlar yetiştirmeliyiz.” anlayışı bir türlü sona ermedi. Bu çağdışı anlayışın yüce dinimizin “ inanç özgürlüğü ve hoşgörü anlayışı” ile hiçbir ilgisi olamaz.

Öneriler:

-Her alanda olduğu gibi dinî alanda da eğitime önem verilmelidir. Toplumun sağlıklı gelişimi için çaba gösteren kuruluşlar din, mezhep, düşünce ve etnik herhangi bir ayrım yapılmadan desteklenmelidir.

-Okullarda doğru, objektif bir din kültürü eğitimi verilmelidir.

          Toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir müfredat programı oluşturulmalıdır. Zorunluluk uygulaması bir daha gündeme gelmeyecek şekilde kaldırılmalı; ancak ailelere, çocuklarına inançları doğrultusunda din eğitimi aldırmaları için fırsat ve imkân verilmelidir.

           -Hangi dinin mensubu olursa olsun; okullarda alınan derslerin notla değerlendirilmesi anlamsızlığına son verilmelidir.

           -Dinî alan, bir tartışma alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Bundan kastımız; içtihat kapısı kapalı dursun; düşünceler ortaya konulmasın değildir. Hoşgörü, din ve vicdan özgürlüğü yelpazesi genişletilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde din alanı, toplumu birleştiren bir alan olma beklentisine cevap veremediği gibi, mevcut statüko devam edecek, kutsal din duyguları istismar alanı; zümrelerin, partilerin, çıkar çevrelerinin ‘arka bahçesi’ olma durumunu sürdürecektir. Bu tespiti yaparken herhangi bir dini, mezhebi kastetmiyoruz; değerlendirmeyi genel anlamda yapıyoruz. Baskı veya engeli hangi inanç mensubuna yaptığınızın bir önemi yoktur. Her çeşidi toplumsal barışı baltalayacaktır. Din, toplumun hatta tüm insanlığın huzuru için yegâne unsurdur. Siyaset yapıcılar bu unsuru kendi çıkarları için değil, toplumun genel ortak faydası için değerlendirmelidirler.

           -Devlet, laiklik ilkesinin de gereği olarak din ve vicdan özgürlüğü hususunda her inanca eşit mesafede durmalıdır. Sadece tek bir din veya mezhep yanlılarına değil, ülkede yaşayan her vatandaşa eşit davranmalıdır. Dinî inançların doğruluğu ya da yanlışlığı gibi tartışmalarda devlet, taraf olmamalıdır. Bunu, bir inanç meselesi olarak değerlendirmeli ve her bireyin inancının kendisine ait bir hak olduğunu kabul etmelidir. Diyanet teşkilatı bu çerçevede acil olarak gözden geçirilmelidir. Toplumun belli ve önemli kesimleri yok sayılarak, sorunları görmezden gelerek ulaşılabilecek tek yer huzursuzluk sokağı çıkmazıdır. Kurum, mevcut haliyle belli bir kitlenin temsilcisi hatta daha kötüsü, görüntü olarak bazı iktidarların arka bahçesi olma algısı yaratmaktadır. Batı dünyasındaki kilise sistemi bağımsızdır; ancak kilise yarattığı ruhban sınıfı ve malî güç ile büyük bir otoritedir. İslâm böyle bir yapılaşmaya izin vermez, vermemelidir.

            Milyarlık bütçeye sahip Diyanet teşkilatının fonksiyonunu yerine getirirken daha adil olması dinimizin emri olduğu gibi ülkeye vergi veren her kesimin beklentilerinin dikkate alınması açısından da bir hakkın iadesidir. Bağımsız dinî kurumların, Batı’daki gibi din baronları yaratması riski yüksektir; bu durum karşısında en sağlıklı çözüm, tüm inanç sahiplerine eşit mesafede duran özerk bir teşkilat yapısıdır. Toplumsal barışa en büyük desteği yine böyle bir teşkilat sağlayabilir.

          -Din adamları hizmet içi kurslarla eğitilmelidir. Torpil, kayırma vs. yollardan teşkilata giren vasıfsız görevliler ayıklanmalıdır. Aydın din adamları topluma rehber olmalıdırlar. İbadet yerleri, misafirhane, yurt, kurs gibi mekânlardaki lüks ve şatafata son verilmelidir. Aksi takdirde Asr-ı Saadeti anlamada başarı şansı yoktur. Lüks otellerde iftar düzenlemeyi, bir eli yağda diğer eli balda görev yapmayı alışkanlık haline getirmiş önderlerin topluma dinamizm kazandırma güçleri yoktur. Bu önderlerin, Kâbe manzaralı, beş yıldızlı otel odası talepleri karşısında şikâyetçi olma, sızlanma hakları da olamaz. İslâm Peygamberi dememiş midir?            

          “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diye.

           -Ekonomik sıkıntıları nedeniyle gerçekte mensubu olmadığı halde çeşitli cemaat ve grupların himayesine giren, girmek zorunda kalan gençlerin sorunları sosyal politikalarla çözülmelidir. Üniversite öğrencilerinin harç, barınma ve beslenme giderlerini devlet karşılamalıdır. Bu sorunların çözümü hem toplumu hem de söz konusu cemaat veya grupları rahatlatacaktır. İkiyüzlü olmayan, özü sözü bir, vefa duygusuna sahip nesillerin yetiştirilmesi elzemdir. Cemaatler, dini alandaki anlayış farklılıkları ve bu farklılıklar doğrultusunda mensuplarını eğitme amacıyla ortaya çıkan sosyal kurumlardır. Bir nevi sivil toplum kuruluşlarıdır; gönüllülerin katkılarıyla varlıklarını sürdürürler. Toplumsal sorunlar (eğitim, ibadet, yardımlaşma, savaş vb. gibi) ve doğal afetler karşısında kamu gücünün yetersiz kaldığı veya sorumluluk almadığı alanlarda içerisinden çıktıkları toplumların söz konusu sorunlarına da eğilmek durumunda kalabilirler. Üzerlerindeki yük kalktığı takdirde yurt vs. gibi iktisadî faaliyetlerle uğraşmak yerine sağlıklı nesillerin eğitimine daha fazla zaman ayırma ve daha fazla katkıda bulunma imkânına kavuşacaklardır. Elbette dinî duyguları istismar ederek bu durumdan rant elde etme peşinde olanlar bulunacaktır. Sosyal devletin güçlenmesi bu tür istismarcıların da zaman içinde ortadan kalkmasını sağlayacaktır.

 

Av. Hamdi MERSİN

Eğitimci Yazar

Bu haber 24028 defa okunmuştur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit
    NE OLDUYSA BİZE, AZAR, AZAR OLDU26 Ocak 2024

Sponsor Alanı

Sponsor Alanı

 

ANKET

ANAMUR OKULLARINDA SERBEST KIYAFET UYGULANSIN MI?




Tüm Anketler

0cak - 2012 / Her Hakkı Saklıdır / Kaynak gösterilip, sitemizin ilgili sayfasına link verilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir-Site ticari olmayıp, kütüre hizmet eder.
RSS Kaynağı | Anasayfa | İletişim

(c)2012 Anamur Sedir