anamursedir-anamur dergi
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

Sponsor Alanı

Anamur SEDİR

Anamur SEDİR 1993-1994

   -Aralık   1993  1. Sayı
   -Ocak    1994  2. Sayı
   -Şubat   1994  3. Sayı
   -Mart     1994  4. Sayı
   -Mayıs   1994  5. Sayı

MAKİ DERGİSİ

MAKİ DERGİSİ-105

Saat

Ana Menü

Sponsor Alanı

 

Ziyaretçi Bilgileri

»Aktif 18  
»Bugün 35  
»Toplam 14035100  
Sayın Ziyaretçimiz
»IP'niz | 18.188.20.56
» Bu sitemizi ziyaretiniz

HAVA DURUMU

ANAMUR

BEKLENEN BİTİŞ (Sebahattin CİNGİZOĞLU-Hikaye)

Genç KALEMLER

16 Nisan 2020, 22:36

Genç KALEMLER

HİKÂYE / Türkiye Türkçe’siyle

                             BEKLENEN BİTİŞ

Ekber yine uykusundan uyandığından beri kendi kendisine konuşup duruyordu. Günlerdir, atası Vâkıf’ı huzur evine yerleştirmek hakkında düşünüyordu. Nihayet, bu gün yerleştirmeye karar vermişti. Bunun sebebi ise artık atasının gözlerinin tamamen görmez olması, tutulması ve onları haddinden fazla, aşırı yorması idi.  Her defa durup bir yere gideceğinde elinden tutup götürmek zorunda kalıyorlardı. Her adımında yardıma ihtiyacı olan Vâkıf babayı bir tek torunu Elcan seviyordu. Ondan başka bütün aile fertlerine Vâkıf artık yükmüş gibi görünüyordu bu evde.  Sanki zamanında o kendi ihtiyaçlarından vazgeçip herkes gibi Ekber’in istediklerini temin eden, günlük ihtiyaçlarını karşılayan, yeni ve güzel elbiselerle okula gönderen biri değildi. Uzun yıllar kendisinin eski bir siyah ceketi ile idare etmişti. Birde Ekber arkadaşlarının yanında onlarla beraberken utanmasın, kendisini eksik hissetmesin diye çabalamıştı. Hele onu söylemiyordu ki, okulun son zilini görebilmesi için lazım olan 100 manatı komşu dükkânın sahibi Arif dayıdan almıştı. O parayı  Ekber birinci kursu bitirdiğinde ödeyip, bitirebilmiş ve borçtan kurtulmuştu. Ayrıca Ekber Bakü’ye okumaya gittiğinde bir sürü giyecek elbise ve eşyaları almak için büyük miktarda borç almıştı... Hayat bu ya, insanı sanki söz vermiş gibi, taşa-kayaya çarpıyor ve her gidişte ve yaşadıkça biraz daha sıkıntıya sokuyordu…

Nihayet, beklenen an gelip çatmıştı. Ekber ellerinde Vâkıf babanın elbiselerini alıp, babanın yatağının başında durdu: "Haydi,  giyin, aksakal!", “Gitmeliyiz!” Zavallı Vâkıf baba utana utana, korka korka yorganın üstüne atılan şalvarı alıp yorganın altına saklanıp giyinmeye başladı. Bir yandan sevinirken, bir yandan kederleniyordu. Şuna seviniyordu:  Her günü azap verici biçimde geçirdiği bu zulümden belki kurtulurdu… Kederlenirdi ki, sonuçta Ekber’e hoş günler geçirtmişti o günlerin karşılığı bu olmamalıydı.  Bugün ne olsa da o günler mecburdu bunları yapmaya. Kapıdan dışarı çıktığında Elcan dedesinin ayaklarına sarılıp ağlamaya başladı: "Gitme dede, gitme!"  O var gücüyle bağırmağa başlamıştı. Ses telleri  patlamak üzereydi. Ekber oğlunun yüzüne bir tokat atarak onu babasından ayırdı. Oğlunun kıpkırmızı yanağından gözyaşları akmaya başlamıştı. Elcan’ın kalbinde babası Ekber’e karşı nefret oluşmuştu. Beyaz renkteki eski araca binip evden uzaklaştılar. Ekber o kadar vefasız bir adamdı ki, binip sürdüğü bu aracın atası tarafından yıllarca çalışıp emekli olduğunda ve diğeri dededen kalan mirasların paraları ile kendisi için aldığını bile unutuvermişti...

Afak ise eve dönüp televizyonu açtı. Afak Ekber’in hayat yoldaşı, eşiydi. Televizyon kanallarını değiştirerek denk gelen Türkiye kanallarının birinde sabitledi. Burada bir kişi dini mevzulardan sohbet ediyordu. Afak anlatılan konuya kulak vermeyi kendini mecbur hissetti. Sonuçta o da namaz kılıp, oruç tutardı. Lakin o bir şeyi unutmuştu. Huzurevine gönderdikleri, biraz kabaca da olsa,  evden attıkları insan onların hesaba çekilmiş imanlarının bir göstergesiydi. Televizyondaki kişinin dinden bahsetmesi boş, anlamsız gibiydi. Hiçbir etkisi yoktu. Benim, ben bilirim diyorlardı hepsi.

Ekber yol almaya devam ediyordu. Babası eski arabanın oturağına kısılıp, hiç sesini çıkarmıyordu.  Ekber sanki arabanın tekerlerinin her dönüşünde gaz pedalına biraz daha sert basıyordu. Kendi dili ile anlatmak istese, meşakkat haline gelmiş hayatından kurtulmak istiyordu. Ekber atasını huzurevine teslim edip oradan ayrıldı. Ancak Vâgıf ayrılırken oğluna doğru eğilerek kulağına bir şeyler fısıldadı:

— Ben sen doğduğunda adını Ekber olarak koydum ki büyük olasın,  daima yukarılarda yer tutasın diye.  Kimselere yukarıdan aşağı bakmayasın, küçük görmeyesin, mazluma sahip çıkasın,  birde nankör olmayasın diye koymuştum!

Ekber de, aynı tarzda o da babasının kulağına eğilerek kısık bir sesle:

— Yazık ki, burası yeri değil aksakal! Yoksa bu sözlerine gereken cevabı veridim.

Şimdi Ekber eve dönmüştü. Öyle bir hafiflemişti ki, sanki omzundan ağır bir yük indirmişti. Ansızın telefon çalmaya başladı... Telefon eden kişi defalarca sosyal iletişim hatlarında konuşup, görüşüp, tanıştığı, gayri ciddi münasebetler kurduğu kadından başkası değildi. Şimdi sanki tam da zamanı idi. Adama demezler mi ki telefon edecek zamanı bugünü mü buldun? Diye düşündü.

Bu vatanda ağzını açan her kişi şöyle diyordu: “Biz Müslüman’ız!” Oysaki ne yaptıkları görünürdü ve ortadaydı. Kelime-i şahadeti bilmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekâtı vermeyen, haç ziyaretini yapmayan, kul hakkı gözetmeyen, Kur’an’ın emirlerine uymayan insanlar Müslümanlıktan dem vuruyordu. Bunlardan ikisini herkes biliyordu. Maddi imkânın yoksa yapılamazdı: Haç ve zekât. Öteki üçü ve Kur’an’ın emir ve yasaklarına uyma ise maddiyat gerektirmiyordu

Aceleyle Ekber telefonu açtı:

— He, canım, selam! Nasılsın, ömrüm?

— Senin yokluğunda yaşayamam. Nerelerdesin? Göze görünmüyorsun, arayıp sormuyorsun ne vakittir… Önceleri on günde bir gelirdin en azından çay içerdik, sohbet ederdik. Öyle görünüyor ki, benim yerime yeni birilerini buldun?

— Yok. Sadece bir iki işim vardı. Nerdesin ki?

— Her zamanki mekanımda... Başka yerim var mı ki?  Gele bilirsen gel, ne vakittir seni görmek istiyorum.

— Güzel, gelirim.

Nice zamandır gelmediği mekânın kapısının önüne aracını park etti. İçeriye süzüldü. Mekânın üzerinde şöyle yazıyordu: “BAR..!"

İçeri girip oturma yerlerinin birine oturdu. Dünyanın dört biryanından gelmiş en pahalı içkileri ve mezelerle sofrayı hazırlattı. Sofraya hazırlananlar evde bulunan çocukların ve etraftaki fakir fukaranın, gariplerin hakkı idi. Onları ona buna üç kağıtlar, fırıldaklar kurup kazanmıştı bu paraları. Ekber sosyal yardım sağlatırdı ama kim parayı verdi ise ona bu yardımın çıkmasını sağlardı... Firuze içeri girerek uykusunda darı(mısır) görmüş açı tavuk gibi Ekber’in üstüne atıldı. Şehvet hissine kapılan bu iki kişi hayatlarını, ahretlerini mahvetmeye başlamıştı.

Ekber’in nazarından bir şey kaçardı ki o özüne Müslüman dese bile Hz. Ali’nin: “Başkasının namusunda gözü olanın, kendi namusundan haberi olmaz.” sözünü unutmuştu. Onun aklına hiçbir zaman neler olabileceği gelmezdi. Eğlence meclisi devam etmekteydi. Şarap süzülür, içilir, yine süzülür,  yine içilir ve bu durum periyodik aralıklarla devam ediyordu. Takî bu içki meclisi bitinceye kadar.  Sonda zaman geçmiş mecburen ayrılma vakti gelmişti. Ekber çıkarken cebinden çıkardığı bir deste parayı masanın üstüne attı ve oradan çıktı. İçkili olduğu için paranın miktarına bile bakmamıştı.  Amma yirmi ve elliliklerin rengi uzaktan bile seçiliyordu. Bir çalışanın aylık maaşından fazlası gitmişti…

Eve gitmesi gerekiyordu. Amma nedense ayakları onu deniz kenarına doğru çekti. Gidebildiği kadar denize doğru gidip oturdu. Dalgaların sesinin kıyıya vuruşla birlikte yarattığı müzikal sese sanki hicazkâr makamıymış gibi kulak verdi. Daha sonra kalbi hüzünlü bir hale düşmüş gibi oldu. Ayağa kalktı durup eve yürüdü. Bir kere bir önemsemediği, hiçbir şeyi ile ilgilenmediği bacısından başka, herkes evdeydi.  Sordu:

— Afak, biliyor musun Rüya nerde?

— Dedi ki: "Arkadaşlarımla görüşeceğim".

— Bunun arkadaşları ile görüşmesi de bitmiyor ki!

Rüya aslında aşığı ile görüşmeye gitmişti. Muhabbet ki ne muhabbet… Ekber’in Firuzeye olan muhabbetinden! Ara sıra görüşürlerdi. Ekber’in mundar işleri o kadar çok ve başı bu işlerle o kadar karışıktı ki ailesine ve yakınlarına hiç vakit ayırmamıştı. Bu işlerin sonu elbette çok acı olaylara yol açabilecekti. Askere verilen son emir gibiydi. Tek çare kanal kazın!

Behruz, Rüya’ya haber göndermişti. Gülsüm ile. Gülsüm Rüya’ya “Behruz bugün sana çok önemli sözler diyecek.” Bu arada Behruz, Rüya’nın sevgilisi, Ekber’in yıllar evvel hakkında dedikodu çıkardığı Gülsüm adlı kızın kardeşiydi.  Gülsüm  gelip gitti, Rüya ile ayaküstü görüşmüştü. Sonuçta bunlar istikrarlı, kendini bilen gençlerdi. Her zamanki gibi görüş yeri yine bulvarı tayin etmiştiler. Kol kola bir qüzel gezip dolaşıp sohbet ettikten sonra bir kafede oturup sohbete davam etmeyi daha uygun buldular. Aslında burayı Behruz önceden konuşarak hazırlatmıştı. İçeri girdiklerinde Rüya gül yaprakları ile bezenmiş,  rengarenk şamdanların yerleştirildiği masayı gördü ve bunun gizlice hazırlanmış olduğunu da bilmiyordu.  Üstelik Behruz’un dudağından da öptü. Daha sonra masaya yerleşip sohbete kaldığı yerden devam ettiler. Leziz yemekler masaya konuldu, bir de şampanya...

Rüya itiraz etse de, Bəhruz’un uzun süre yalvarışlarından ve ısrarından sonra razı oldu içki içmeye. Bir kadeh, iki kadeh derken üç oldu… Ve devam etti. Saat bir an bile ara vermeden hızla ilerliyordu. Gece olmuş artık saat 22.00’yi gösteriyordu. Rüya sevgilisine seslendi:

— Vakit ilerlemiş, gece olmuş, artık gidelim mi?

— Gidelim, amma bize gidelim. Akşam bizde kal, sabah gidersin. Artık geç saattir. Evdekilere dersin, geç olunca arkadaşımın anası bırakmadı. 

Rüya başını aşağı yukarı sallayıp olur, dedi, tasdikledi. Behruz Rüya’yı ailesi ile oturduğu yere değil, şehirden biraz kenarda kalan Sumgayıt’daki ara sıra kullandığı evine götürdü. Rüya içkinin tesirinden nereye girdiklerini, hangi eve vardıklarını ve hangi vaziyete oluğunu bile düşünemiyordu.  Ayakta duramıyor, başı dönüyordu ve takatsiz bir haldeydi. Kendini bira an önce yatağa atmak, uzanmak ve uyumak istiyordu. Yatağı yattı, kendisinde değildi. Ne yaptığını bilmiyordu. Uyukladı.  Bütün varlığı ile Behruz ona yatakta sahip oldu…

Seher vakti gelip, ortalık aydınlanmaya başladığında artık her şey için çok geçti. Herşey bitmişti. Yatakta uyandığında üzerinde hiçbir giyeceği yoktu. Behruz da yanında yatıyor, yarı çıplak vaziyette ve hâlâ uyuyordu.  Geceyi Behruz’la geçirdiğini ve kendisine sahip olduğunu bilmişti. Yataktan fırladı. Mutfağa geçti. Çekmecede parıl parıl parıldayan kocaman bir bıçak vardı. Onu aldı. Behruz hala yatakta uyuyordu. İki elinin avuçlarını birleştirerek bıçağı kavradı. Başını yana doğru çevirerek bütün gücü ile bıçağı Behruz’un göğsüne sapladı. Sonra tekrar yürek hizasından birkaç darbe daha indirdi. Deli olmuş gibiydi. Bütün gücü ile bıçağı kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Bəhruz’un bedeninde delikler açmıştı.  Sonra bıçağı kalbinin üzerine tutarak kendine sapladı. Kaykıldı. Olduğu yere yığıldı. Ve hayatla vedalaşmış son nefesini oracıkta vermişti.

Ertesi gün olmuş Rüya’dan bir haber çıkmamıştı. Eve de dönmemişti. Rüya’nın eve dönmeyişi nedeni ile yakınlardaki polis merkezine müracaat yapılarak, hakkında bilgi verildi. Ayni zamanda Behruz’un ailesi de onu aramış ve ulaşamamış ve bu durumdan şüphelenmişti. Polise gidip bilgi vermemişlerdi. Kendileri aramaya karar kıldılar. Bu sabah ailesi ve komşuları onu Sumgayıt’taki eve bakmak ve aramak için gitmeyi uygun bulmuştu. Behruz’un evine doğru yola çıktılar.

Eve ulaşıp, kapıyı çaldılar. Sert sert vurarak cevap beklediler… Vurdular, vurdular kapıya ama bir tek ses çıkmadı.

Kapıyı yedek anahtarla açmak istediler. Kapı açılmış ancak içerden sürgülü olduğu için içeriye girememişlerdi. Sonda babası pencereden camı kırarak girmeyi düşündü. Pencerenin camını kırıp açarak içeriye girmeyi başardı. Kapıya gelip sürgüyü araladı. Odalara baktılar sırayla. Yatak odasındaki manzara onları bir ömür boyu susmaya mecbur edecek bir durumdu... Kan her tarafa sıçramış, biri yatakta, diğeri yerde çıplak iki insan ölmüş olarak yatıyordu.

Sonra günler geçti, aylar oldu, yıllar birbirini kovaladı…

Ekber bütün pis işlerine tövbe edip kendisini ibadete verdi. Fakat onun amel defterine bütün yaptığı bu uygunsuz ve pis işler bir bir kayıt edilmişti. Hesabı görmek için mahşer gününe doğru adım adım zaman ilerliyordu. Her biri yaptığı işlerin hesabını verecek, cezasını o dehşetli günde çekecekti.

Ekber, Vâkıf babaya gidip helallik almayı düşündü. Yaptığı iş hâlâ vicdanını yaralıyordu. Huzurevine gittiğinde onun bir ay kadar önce rahmeti rahmana kavuştuğunu söylediler. Yüreği cız etti…

 

Yazan: Sebahaddin ÇİNGİZOĞLU / AZERBAYCAN

TÜRKİYE TÜRKÇESİNE UYUMLAYAN: Çınar ARIKAN

 

              
                              
 
                                 SEBAHADDİN ÇİNGİZOĞLU KİMDİR?
 

01 Nisan 2000 yılında Azerbaycan’ın Celalabad Reyonunun Uzuntepe köyünde doğdu.

2006 yılında Uzuntepe 2. Sayılı okulda 1. Sınıfa giderek ilk eğitimlerini aldı. 2017 yılında oranı fark etme ile bitirdi. Sınavlara girip, yüksek notlar alarak Azerbaycan Devlet Neft ve Sanayi Üniversitesine kabul olundu. Şu anda 3. Sınıf kurs öğrencisi.

"Bumerang" adlı bir romanı bulunan genç yazarın birçok hikâyesi ve çok sayıda şiiri bulunuyor. Yazıları​ sürekli olarak çeşitli yayın organlarında yayımlanmaktadır.

O Türkiye’ye anamursedir.com dergisine bir mesaj da veriyor: “Qardaş Türkiyə’yə Azərbaycan’dan salam! Mən-Məmmədov Səbahəddin Çingizoğlu (Səbahəddin Çingizoğlu). Azərbaycan Dövlət Neft və Sənaye Universitetinin 3-cü kurs tələbəsiyəm. Qardaş Ülkədə yazılarımın çap olunmasına çox sevinir ve əvvəlcədən sizə candan təşəkkür edirəm. Allah yar və yardımcınız olsun.”         

           **************************************

HEKAYE /Azerbaycan Türkçe’siyle

Gözlənilən Sonluq

Bu gün Əkbər yenə yuxudan durandan bəri özü-özü ilə danışıb dururdu. Günlərdir ki, atası Vaqifi qocalar evinə aparmaq haqqında düşünürdü və nəhayət, bu gün aparmağı qərara almışdı. Səbəb isə artıq atasının gözlərinin tamam tutulması və onları həddindən artıq yorması idi. Hər dəfə durub bir yerə gedəndə əlindən tutub aparmalı idilər, hər addımında köməyə ehtiyacı olan Vaqif babanı bircə nəvəsi Elcan sevirdi, ondan başqa bütün ailə üzvləri Vaqifi artıq yük kimi görürdü bu evdə. Sanki vaxtı ilə öz boğazından kəsib hər kəs kimi Əkbəri istədikləri ilə təmin edən, gündəlik ehtiyaclarını qarşılayan, təzə paltarla məktəbə salan o deyildi. Özü isə il uzunsa da, qısasa da köhnə qara "kurtka"da olardı. Bircə Əkbər sinif yoldaşlarının yanında əyləşərkən utanmasın, özünü əskik hesab etməsin. Hələ onu demirəm ki, son zəng keçirmək üçün lazım olan 100 manatı qonşu dükançı Arif dayıdan almışdı. O pulu Əkbər birinci kursu bitirəndə ödəyib qurtara bilmişdi. Həmçinin, Əkbər Bakıya oxumağa gedəndə pal-paltar aldı bu da bir borc ... Həyat bu insanı sanki söz vermişdi ki, daşa-qayaya çırpsın. Hər gedişdə bir az daha sıxırdı...

Nəhayət, çoxdan gözlənilən an gəlib yetişdi. Əkbər əllərində Vaqif babanın geyimləri gəlib, babanın yatağının başında durdu: "Dur geyin, ağsaqqal!",— “Getməliyik!” Zavallı Vaqif baba utana-utana, qorxa-qorxa yorğanın üstünə atılan şalvarı götürüb yorğanın altına salıb geyinməyə başladı. Bir yandan sevinirdi, bir yandan kədərlənirdi. Sevinirdi ki, hər günü əzabverici keçirirdi, bəlkə bu zülmdən qurtulaydı. Kədərlənirdi ki, axı Əkbərə həmişə xoş gün nəsib etmişdi, bu qarşılığı idi mi? Nə isə məcbur idi. Qapıdan çölə çıxanda Elcan babasının ayağından yapışıb ağlamağa başladı: "Getmə, baba, getmə!"  O ki var çığırmağa başladı. Səs telləri  partlamaq üzrə idi. Əkbər uşağın ağzının üstündən şillə vurub onu babasından ayırdı. Uşağın qıpqırmızı yanağı göz yaşına qərq oldu. Qəlbində Əkbərə qarşı nifrət yarandı. Nə isə ağ "Land Gruser"ə oturub evdən uzaqlaşdılar. Əkbər o qədər vecsiz adamıydı ki, minib çapdığı bu maşını atasının onun üçün illərlə işlədiyi və pensiyadan yığdığı və digər dədə-babadan qalan mirasların pulları ilə aldığını da unutmuşdu...

Afaq isə evə qayıdıb televizoru açdı. Afaq Əkbərin həyat yoldaşıdır. Telekanalları dəyişməkdən təngə gəlib türk kanallarının birində saxladı. Burda bir kişi dini mövzuda söhbət edirdi. Afaq mövzuya qulaq asmağını vacib saydı. Axı, o namaz qılıb, oruc tuturdu. Lakin o bir şeyi unutmuşdu. Bayaq qocalar evinə göndərdikləri, bir az kobud desəm, bayıra atdıqları insan onların ərşə çəkilmiş imanlarının təzahürü idi. Bunların dindən bəhs etməsi boş çoxluğa bənzəyirdi. Heç bir şeyi yoxdur .Amma mənəm mənəm deyir.

Əkbər isə yol getməyində idi. Qoca maşının oturcağına qısılıb səsini çıxarmırdı. Maşının təkərləri hər dəfə dövr etdikcə Əkbər sanki qaz pedalını bir daha bərk basırdı. Öz dili ilə desək, məşəqqətə bürünmüş həyatından qurtulmaq istəyirdi. Uzun sözün qısası Əkbər atasını qocalar evinə həvalə edib getdi. Atasından ayrılanda Vaqif oğulunun qulağına bir şey pıçıldadı:

— Mən sən doğulanda adını Əkbər ona görə qoydum ki, böyük olasan, daim zirvələrdə qərar tutasan. Kimlərəsə yuxarıdan aşağı baxasan deyə,məzulumu sıxasan deyə, nankor olasan deyə qoymamışdım!

Eyni tərzdə o da atasının qulağına sakitcə dedi:

— Heyif ki, bura yeri deyil , ağsaqqal. Yoxsa bu söhbətinə çarə qılardım.

İndi Əkbər evə qayıdır... Elə bil ki, üstündəm ağır yük götürülmüşdü... Qəflətən ona zəng gəldi. Zəng edən aylardan bəri sosial şəbəkə danışdığı, dəfərlərlə görüşdüyü, daha doğrusu Əkbərin təbili ilə çalsaq, qeyri-ciddi münasibət qurduğu qadın idi.  Adama deməzlər ki, a bəs süni səmimiyyətinə görə bu günə qalmısan? Özü də ağzını açan kimi deyir ki: — "Biz müsəlmanıq".  Mən də öz-özümə deyirəm: — "Görünür".  Kəlmeyi-şəhadətini bilməyən, namaz qılmayan, oruc tutmayan, zəkat verməyən, Həcc ziyarətinə getməyən insan müsəlamanlıqdan dəm vurur. İkisini bildik deyilir ki, maddi imkanın varsa et. Qalan üçü ki, maddiyyatdan asılı deyil. Hal-qaziyə Əkbər telefonu açdı:

— Hə, canım, salam! Necəsən, ömrüm?

— Sən yoxlayandan yaxşıyam. Haralardasan, gözə dəymirsən nə vaxtdır. Əvvəl 10 gündən bir gələrdin çay içərdik, söhbət edərdik. Deyəsən, məni əvəz edənlər tapılıb!

— Yox. Sadəcə bir-iki işim vardı. Hardasan ki?

— Həmişəki məkanımda. Başqa haram varam ki?  Gələ bilərsənsə gəl, nə vaxtdır səni görmək istəyirəm.

— Yaxşı, gəlirəm.

Neçə müddətdir gəlmədiyi məkanın qabağında maşını saxladı və içəri daxil oldu. Məkanın üstünə belə yazılmışdı: "BAR...!"

İçəri girib otaqların birini bağlatdırdı və dünyanın bahalı içkiləri süfrəyə düzdürdü. Süfrəyə düzülənlərinin pulu yetim-yesirin haqqı idi. Hansı ki, ona-buna fırıldaq gəlib qazanmışdı. Əkbər sosial yardım düzəldirdi, amma kim pul verirdisə ona. Firuzə içəri gircək yuxusunda darı görən ac toyuq kimi Əkbərin üstünə atıldı. Şəhvət hissinə təslim olmuş iki cavan öz axirətlərini məhv etməyə başladılar.

Lakin Əkbərin nəzərindən bir şey qaçırdı ki, o özünə müsəlman desə belə Hz.Əlinin "Özgəsinin namusunda gözü olanın, öz namusundan xəbəri olmaz!" hədisini unutmuşdu. Onun heç ağlına gəlməzdi ki, nələr baş verəcək. Eyş-işrət məclisi davam etməkdə idi. Şərab süzülür, içilir, yenə süzülür, yenə içilir və bu periodiklik fasiləsiz olaraq davam edirdi ta ki bu içki məclisi qurtarınca.  Sonda məcbur da olsa ayrılmalı oldular və çıxanda Əkbər cibindən çıxardığı bir dürmə pulu masanın üstünə atdı və çıxdı. İçkili olduğundan heç pulun qədərinə baxmadı. Amma 20-liklərin və 50-liklərin  rəngi uzaqdan sezilirdi. Bir aylıq məzuniyyət götürdüyündən işə getmirdi.

 

Evə getməli idi. Amma nədənsə dəniz qırağına getdi.Bir qədər ləpədöyəndə oturub dalğaların səsinin qayğayıların səsi ilə yaratdığı harmoniyaya, ecazkar səslənən nəğməyə qulaq asdı. Daha sonra nəsə ürəyinə xal düşmüş kimi oldu. Hövlnak durub evə yüyürdü. Evdə hər kəs yerində idi bircə ərə getməmiş bacısından başqa. Afaq, bilmirsən Röya hardadır?

— Dedi ki: "Dostlarımla görüşəcəm".

— Bunun dostlarlarla görüşü qurtarmır ki!

 

Röya əslində məşuqu ilə görüşə getmişdi. Məhəbbət də ki nə məhəbbət. Əkbərin Firuzəyə olan məhəbbətindən! Ara-sıra görüşürdülər. Əkbərin eyş-işrətə, murdar əməllərə başı o qədər qarışmışdı ki, ailəsinə, yaxınlarına ayırmağa vaxtı qalmamışdı. Bu isə hələ əlbəttə çox faciələrə açılacaq səngərin qazılmasına verilmiş əmr idi. Bəhruz demişdi ki, bu gün ona çox vacib söz deyəcək. Bu arada Bəhruz, yəni Röyanın sevgilisi Əkbərin illər əvvəl adına söz çıxardığı Gülsüm adlı qızın qardaşı idi. Xülasə, Bəhruz gəldi Röya ilə ingilissayağı görüşdülər. Axı bunlar inteqrasiya eləmiş gənclərdir. Həmişəki kimi görüş yeri yenə bulvarı təyin etmişdilər. Qol-qola bir qədər gəzib-dolaşıb söhbət etdikdən sonra bir kafedə oturub söhbətə davam etməyi daha məqsədəuyğun bildilər. Əslində buranı Bəhruz əvvəlcədən hazırlatdırmışdı. İçəri girəndə Röya qızgül ləçəkləri ilə bəzənmiş, rəngbərəng şamların düzüldüyü masanı gördü və təəccübünü gizlədə bilmədi. Üstəlik Bəhruzun dodağından da öpdü. Daha sonra əyləşib söhbətə qaldıqları yerdən davam etməyə başladılar. Ləziz yeməklər düzüldü və bir də şampan. Röya etiraz etsə də, Bəhruz bir neçə yalvarışdan sonra onu razı sala bildi. Bir butulka 2, daha sonra 3 oldu. Saat bir an belə fasilə vermədən irəliləyirdi. Gecə düşmüş, artıq əqrəb saat 10-nu göstərirdi. Röya sevgilisinə səsləndi:

— Gecdir. Bəlkə gedək?

— Gedək, amma bizə. Axşamı bizdə qal, sabah gedərsən. Artıq gecdir. Deyərsən, gecə idi dostumun anası buraxmadı.

Röya başını aşağı-yuxarı yelləyərək razılaşdı. Bəhruz Röyanı qonşuluqlarındakı evə deyil, şəhərdən kənar Sumqayıtdakı evinə apardı. Röya içkinin təsirindən hansı vəziyyətə düşdüyünü təsəvvürünə gətirə bilmirdi. Taqətdən düşümüş cismini taxta çırpar-çırpmaz, özünü Bəhruza təslim etdi. Səhər açılanda artıq gec idi. Hər şey bitmişdi. Gecəni Bəhruzla keçirdiyini bildii. Mətbəxə keçib iri və par-par parıldayan bir bıçaq götürdü. Bu zaman hələ Bəhruz yatırdı. Əlləri əsə-əsə başını yana çevirib bıçağı əvvəlcə Bəhruzun ürəyinə sancdı. Dərhal çıxardı dəli olmuş kimi ikinci dəfə, üçüncü dəfə bıçaqla Bəhruzun bədənində dəlik açdı. Ən sonda isə öz döş qəfəsinə sancılan bıçaq zərbəsinin nəticəsində həyatla vidalaşdı.

 

Səhəri gündən Röyanın axtarışı üçün yaxınlıqdakı polis bölməsinə məlumat verildi. Eyni zamanda Bəhruz üçün də. Bu qonşularda da şübhənin yaranmasına səbəb oldu. Bəhruzun son zamanlar narkotikə qurşanmasını isə ailəsi polisə deməmişdi. Bu səbəbdən özləri — ata-anası o biri mənzillərinə baş çəkməyi zəruri hesab etdilər. Bu fikirlə mənzilə yollandılar.

 

Evin qabığına çatdılar. Qapını açarla açmaq istədilər, çöldən açıq idi, lakin içəridən bağlı idi. Ha döydülər bir hay çıxmadı. Sonda atası evə pəncərəni sındırıb girməyi qərara aldı və otağa giməyi bacardı. İçəridəki mənzərə isə onu bir ömür susmağa məcbur etdi.

 

Sonra günlər keçdi, aylar ötdü, illər bir-birini qovdu. İndi Əkbər bütün pis vərdişlərinə tövbə edib, ibadətlə məşğuldur. Fəqət, əvvəlki əməlləri onun əməl dəftərində qeyd olunmuşdu və məhşər günü hər birinin cəzasını alacaq və bu yaxınlarda Vaqif babaya görə “Qocalar evi”nə getsə də, onun bir ay öncə rəhmətə qovuşduğunu dedilər!

  

Yazan: Sebahaddin ÇİNGİZOĞLU / AZERBAYCAN

 

Bu haber 1109 defa okunmuştur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit
    Ramazan bayramına doğru09 Nisan 2024

Sponsor Alanı

Sponsor Alanı

 

ANKET

ANAMUR OKULLARINDA SERBEST KIYAFET UYGULANSIN MI?




Tüm Anketler

0cak - 2012 / Her Hakkı Saklıdır / Kaynak gösterilip, sitemizin ilgili sayfasına link verilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir-Site ticari olmayıp, kütüre hizmet eder.
RSS Kaynağı | Anasayfa | İletişim

(c)2012 Anamur Sedir